Mevzu Hadis -Uydurma Hadis- Nedir, Varmı, Hakkında Bilgi

Mevzû. Hadis diye uydurulan sözleri İfade eden terim.

Sözlükte “bir şeyi yere bırakmak, koy­mak, yukarıdan aşağı atmak” anlamında­ki vaz’ masdan “vaz’u şey” alâ şey'” şek­linde kullanıldığında “arada hiçbir açıklık bırakmadan bir şeyi diğerine bitiştirip ya­pıştırmak” mânasına gelmektedir. Muh­temelen kelimenin bu anlamından hare­ketle “el-hadîsü’l-mevzû”‘ tamlaması. “Hz. Peygambere ait olmayan sözlerin onun ağzından uydurulması” mânasında mecazi olarak kullanılmıştır. Bir söz hak­kında doğrudan mevzu denildiği zaman onun Resûl-i Ekrem’e isnad edilerek uy­durulduğu anlaşılmakta, bir sahâbîye ve­ya bir başkasına isnaden uydurulan söz­lerin İse, “Bu falan adına uydurulmuştur” ifadesiyle söylenmesi gerekmektedir. Emîr es-San’ânî, mevzu hadisleri zayıf ha­dislerin en kötüsü kabul eden muhaddislere itiraz etmiş, Peygamber adına uydu­rulan sözlerin gerçek hadislerle bir ilgisi bulunmadığından onları hadis kelimesiyle nitelemenin doğru olmadığını belirtmiş­tir. Bir rivayetin mevzu olduğu bâtıl ve masnû kelimeleriyle de ifade edilmekte, hadis uyduran kimseye vazzâ denmek­tedir.

İbn Hazm, hadis uydurma hareketinin Resûlullah henüz hayatta iken Medine yakınlarındaki bir kabileye giden bir ya­lancının kendisini oraya Resûl-i Ekrem’in memur tayin ettiğini söylemesiyle başla­dığını ileri sürmekteyse de bunun hadis uydurmakla ilgisinin olmadığı ve hadis uydurma hareketinin çok daha sonra baş­ladığı kabul edilmektedir. Hz. Peygam-ber’in sağlığında İslâm aleyhtarlarının onun adına hadis uydurmaya cesaret edememelerinin en Önemli sebebi bu tür İftiraları onun hemen yalanlayacağı düşüncesidir. Ayrıca Resûl-i Ekrem’in muh­telif hadislerinde ileride birtakım yalan­cıların ortaya çıkacağını, onların daha ön­ce duyulmamış sözleri hadis diye ortaya atacaklarını, fitneye düşmemek için on­lardan sakınılması gerektiğini, kendi ağ­zından yalan uydurmanın başkasının ağ­zından yalan uydurmaya benzemediğini bunu bilerekyapanların cehenneme gireceğini söyleyerek ashabını uyar­masının da o devirde yalancıların ortaya çıkmasını engellediği açıktır. Resûlullah’ın bu konudaki tutumunu çok iyi bilen sa-hâbîler, Hz. Peygamber’den duymadıkları bir sözün daha sonra hadis diye rivayet edildiğini işittiklerinde o sözün kimden çıktığını araştırmışlar ve asılsız haberle­rin yayılmasına fırsat vermemişlerdir; bu konudaki titiziikleriyle tanınan sahâbîler ise az sayıda hadis rivayet etmişlerdir. Hulefâ-yi Râşidîn. kendilerinin Resûl-i Ek­rem’den duymadıkları bazı hadisleri riva­yet edenlerie karşılaştıklarında bunları Hz. Peygamber’den duyduklarına dair şâhid getirmelerini istemiş, çok hadis ri­vayet edenleri bu konuda daha dikkatli olmaya davet etmiş, bazan da onlara bu sözleri Resûlullah’tan bizzat duydukları­na dair yemin ettirmişlerdir. Ashabın bu titizliği, hadis uydurmaya uygun bir ze­minin doğmasını önlemiştir. Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle “fitne” diye anılacak olan ilk büyük ihtilâf başlamış, çok geç­meden Hz. Ali’yi tekfir eden Havâric ile Hz. Ebû Bekir ve Ömer’e söven pek çok fırka, Kaderiyye, Mürcie, Cehmiyye ve Müşebbihe gibi bâtıl mezhepler ortaya çıkmıştır. Hadis uydurma hareketi, saha­be asrının sonu ve büyük tabiîler devrinin başlangıcı olan böyle buhranlı bir devirde çeşitli tesirlerle başlayıp gelişmiştir.

Hadis Uydurmanın Sebepleri. Bâtıl fır­kalar ve mezhepler, görüşlerinin doğru­luğunu ispatlayabilmek için Kur’ân Ke­rîm ve hadislerden prensiplerini destek­leyecek naslar aramışlar, bazı âyetleri ar­zularına göre te’vil etmişlerdir. Resûl-i Ekrem’in şahsiyetini davaları adına istis­mar etmek isteyen bu kişiler, hadisleri ya aşırı bir zorlama ile kendi görüşleri doğ­rultusunda tefsir etmeye çalışmışlar ve­ya onların uydurma olduğunu iddia et­mişler, ya da hadislerin tamamının he­nüz tedvin edilmemiş olmasından cesa­ret alarak ihtiyaç duydukları konularda hadis uydurmuşlardır.

Siyasî fırkalar içinde hadis uydurma ha­reketini ilk defa Şîa başlatmış, Hz. Ali ve taraftarlarının faziletine, hilâfeti ondan haksız yere aldığını ileri sürdükleri ilk üç halifenin, ardından Muâviye’nin ve onları sevenlerin zemmine dair pek çok hadis uydurulmuştur. Bu konuda Gâliyye ve Mu-faddıle”nin oldukça aşırı gittiği bilinmekte olup bir yahudi dönmesi olan Abdullah b. Sebe, Hz. Ali’nin Resûl-i Ekrem’in halifesi olduğunu. Öldükten sonra dünyaya nebi olarak tekrar döneceğini veya hâlâ yaşa­dığını, onda ilâhî bir taraf bulunduğunu, bulutta gizlendiğini, gök gürültüsünün onun sesi, şimşeğin de kamçısı olduğunu ileri sürmüştür. Şîa’nın cephe aldığı kimseler de bu tutuma karşılık vermekte gecikmemiş­ler, muhalifleri aleyhinde pek çok hadis uydurmuşlardır. Yalan söylemeyi büyük günahlardan sayan Hâricîler’in hadis uy­durduğu kesin olarak bilinmemekte, on­ların bu iftira hareketine katılmadığı ka­naati ağır basmaktadır. Emevî-Abbâsî çekişmesinde Abbasî hilâfetinin lehinde pek çok hadis icat edilmiş, Hz. Peygam-ber’in dilinden Ebü’l-Abbas es-Seffâh, Mansûr ve Mehdî-Billâh gibi Abbasî ha­lifeleri övülmüş, Emevî taraftarları da onlara karşılık vererek Abbâsîler’i yeren sözde hadisler nakletmişlerdir.

İslâm devletinin sınırları genişleyip muhtelif din ve mezhep mensuplarının çeşitli fikir ve felsefeleri yayılmaya başla­dıktan sonra İslâmiyet’in İlk yıllarında gö­rülmeyen yeni meseleler ortaya çıkmış, “Allah’ın sıfatları zâtının aynı mıdır, değil midir; İnsan kendi fiilinin halikı mıdır?” gibi konular konuşulmaya başlanmış ve bu tartışmalar kelâm mezheplerinin doğ­masına sebep olmuştur. Mu’tezile gibi mezheplerin devlet tarafından desteklen­mesi üzerine mezhepler arasındaki ihtilâf­lar daha da büyümüş, onlar da siyasî fırka­lar gibi tezlerini hadis uydurarak destek­lemeye çalışmışlardır. Hulefâ-yi Râşidîn devrinin sonlarına doğru ortaya çıkan Ka­deriyye ve Mürcie gibi mezhepler ken­di propagandalarını yapmak, karşıtlarını gözden düşürmek için pek çok hadis uy­durmuş, muhalifleri de onlara aynı yön­temle karşılık vermiştir. II. (VIII.) yüzyılın başlarında Cebriyye, ardından Mu’tezile, daha sonra Mücessime, Müşebbihe, Kerrâmiyye ortaya çıkmış, her biri görüşleri­ni Hz. Peygamber’in hadisleriyle destek­lemeye kalkışınca muhalifleri tarafından aynı metotla susturulmak istenmiş, böy­lece Resûl-i Ekrem’e iftira hareketinin sı­nırlan iyice genişlemiştir. Fıkıh mezhep­lerinin imamları Peygamber adına hadis uydurma faaliyetini şiddetle kınadıkları halde hizipleşme fikri onların da bazı mutaassıp taraftarlarını sarmış, bunlar da hadis uydurma hareketine bir ölçüde ka­tılmıştır.

Emevîler’in Araplar’ı diğer milletlerden daha üstün kabul eden politikası, başta hükümranlıklarını kaybeden İranlılar ol­mak üzere İslâmiyet’i yeni kabul eden milletlerde milliyetçilik duygusunun uya­nıp gelişmesine yol açmıştır. Araplık da­vası güdenlerin Araplar’ı ve Arapça’yı öven hadisler uydurduğunu gören muhalifleri, Araplar’ı ve Arapça’yı zemmeden hadis­ler uydurmakta gecikmedikleri gibi kendi milletlerini ve belli başlı şehirlerini met­heden rivayetler icat etme yolunu tut­muşlardır. Mekke, Medine, Kudüs gibi yerler için Resûlullah’tan rivayet edilen sahih hadisler yanında hem bu şehirler hem de Şam, Mısır, Antakya, Nusaybin, Askalân, Horasan, Merv. Kazvin, Kirman. Fas gibi şehirler hakkında hadisler uydu­rulmuş ve rakiplerin memleketleri Pey­gamber diliyle zemmedilmiştir.

Hadis uydurma faaliyetine katılanların en zararlısı gönlü İslâm’a ısınmayan ve onun yayılmasını çekemeyenlerdir. İslâm fetihleri sırasında ülkeleri ve saltanatlarıyla birlikte dinlerini ve mâbedierini kay­bederek yüzyıllardır küçümsedikleri Araplar’ın idaresi altına giren bazı unsurlar, din hakkında birtakım şüpheler uyandı­rarak İslâm inancını zayıflatmaya ve inti­kam almaya kalkışmışlardır. Zındık diye anılan bu kimseler bunu yaparken bazan bir Şiî, bazan bir zâhid ve sûfî veya bir İs­lâm âlimi ve hakîmi kılığında faaliyet gös­termişlerdir. Gulât-ı Şîa diye bilinen ve Hz. Ali’yi dinle bağdaşmayacak derecede aşı­rı ifadelerle öven Râfizîler, muhtelif fırka ve mezheplere sızarak Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarıyla ilgili akıl ve mantık dışı sözleri hadis diye ortaya atmışlar, meselâ Allah Teâlâ’nın melekleri kolunun kıllarından yarattığını, Hz. Peygamber’in Cenâb-ı Hakk’ı Mina’da üzerindeki yün cüppeyle boz bir deveye binmiş olarak, mi’racda ise incilerle süslenmiş bir taç giymiş halde gördüğünü belirten sözler uydurmuşlar­dır. Bu tür tahrifleri daha çok hadis âlimi gibi görünerek veya onlara yakınlık kurarak yapanlardan biri olan Abdülkerîm b. Ebü’l-Avcâ üvey ba­bası muhaddis Hammâd b. Seleme’nin kitaplarını tahrif etmiş, bu kişileri takip etmekle görevli “sâhibü’z-zenâdıka” ku­ruluşunun görevlileri tarafından yakalan­dığında da helâli haram, haramı helâl göstermek üzere dört bin hadis uydurdu­ğunu söylemiştir. Bir yandan muhaddislerin takibi, öte yandan Abbasî halifeleri Mehdî-Billâh, Hâdî-İlelhak, Hârûnürreşîd ve Me’mûn zamanlarında zındıkların yakalanıp öldürülmesiyle din düşmanları büyük ölçüde sindirilmiştir.

Emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker maksadıyla pek çok hadis uyduran, böy­lece Allah katında değerli bir iş yaptığını zanneden zâhid ve mutasavvıf kılığına girmiş kimseler, faziletli ameller konusun­da hadis uydurmanın dinî bakımdan bir sakıncasının bulunmadığı inancını taşı­dıklarından en küçük bir iyilik yapana Hz. Peygamber’in diliyle cennetin kapılarını açmışlar, en ufak bir günah işleyeni ce­hennemin dibine atmışlardır. Sonuçta da ifa edilemeyecek kadar çok ibadet türü ortaya çıkmıştır. Bu tür uydurmaların en be­lirgin özelliği mübalağacılık olduğundan meselâ kuşluk namazını tarif edildiği şe­kilde kılana yetmiş peygamber sevabı ve­rilmiş, sigara dumanı giren vücuttan ima­nın çıkacağı ileri sürülmüştür. Bu rivayet­ler daha çok namaz, oruç ve Kur’an oku­ma gibi ibadetlerle ilgili olup Meysere b. Abdürabbih adlı yalancı, “Kim şu sûreyi okursa şu kadar sevap kazanır” şeklindeki sözleri halkı Kur’an okumaya teşvik et­mek için uydurduğunu söylemiştir. Nor­mal hayatlarında yalan söylemekten sa­kınan bu kimselerin dini yaşatmak için hadis uydurmakta bir sakınca görmeme­leri onları din için zararlı bir sınıf duru­muna getirmiştir.

Nüfuz ticareti yapmak isteyenlerin ar­zularına alet olan bazı kimseler, onların uygunsuz işlerine dinî bir dayanak bul­mak maksadıyla veya makam ve mevki sahibi kişilerin hareketlerini Hz. Peygam-ber’e onaylatarak çıkar sağlamak düşün­cesiyle hadis uydurmuşlardır. Meselâ bun­lar ayvanın kalbi temizlediğine, patlıca­nın her derde deva olduğuna dair hadis­ler uydurup bu mallara ilgiyi arttırmayı amaçlamışlardır. Birinden intikam almak, verdiği asılsız bir fetvaya dinî bir mesnet bulmak için hadis uydurmaktan çekinme­yenler yanında isteğe bağlı olarak hadis uydurmaya hazır yalancılar da görülmüş­tür.

Bazı hadis uydurmacıları ve halk hika­yecileri eski peygamberlere, Benî İsrail âlimlerine, filozoflara, hakîmlere, tabip­lere, İslâm büyüklerine ait hikmetli söz­leri, Tevrat ve İncil’de geçen bazı ifadeleri, halk arasında yaygın bir kısım cümleleri, bir görüşün propagandası olmak üzere hazırlanmış bazı düşünceleri, hatta eski­lerin savaşlarına dair hikâye, mesel ve atasözlerini Resûl-i Ekrem’in sözü diye nakletmişlerdir.

Savundukları bir inancı veya davayı hak­lı çıkarmak için hadisleri kullanmakta sakınca görmeyenler, Resûlullah’ın hadis uydurmayı yasaklayan. “Kim benim ağ­zımdan bilerek hadis uydurursa cehen­nemdeki yerine hazırlansın” mealindeki hadisine bazı kelimeler eklemişler, Hz. Peygamber’in halki yanıltmak için hadis uyduranları kınadığını, kendilerinin bu işi dini savunmak için yaptıklarını ileri sür­müşlerdir. Hadislerin Kur’an’dan sonra dinin ikinci kaynağı olduğunu hesaba kat­mayan bu kimseler uydurdukları sözleri sahih hadislere karıştırmak, bu sözlerin baş tarafına muhaddislerce makbul olan bir sened eklemek, o güne kadar kimse­nin rivayet etmediği bir hadisi rivayet ediyormuş kanaatini uyandırmak için se-nedler üzerinde değişiklik yapmak, iki hadisin sened ve metnini birbirine karış­tırmak, seneddeki bir râviyi silip yerine kendi adını yazmak, hiç karşılaşmadığı bir şahıstan hadis öğrendiğini iddia et­mek gibi hilelere başvurmuşlardır. Bazı âlimler, bunları Allah’a ve Peygamber’e iftira ettikleri için dinden çıkmakla suç-lamışlarsa da daha mutedil olanlar hadis uyduranın dinden çıkması için yalan söy­lemeyi helâl sayması gerektiğini belirt­mişlerdir. Hadis uydurup yalanlarını us­talıkla gizleyenlerin başında “muamme-rûn” (uzun zaman yaşayanlar) diye anılan kimseler gelir. Bunlar sahâbî olduklarını, Resûl-i Ekrem’in duasını alarak uzun sü­re yaşadıklarını İleri sürdükleri için ya­lanlarına bir de sened uydurmaya gerek görmemişler, böylece hadis tenkitçileri­ne muhatap olmayacaklarını düşünmüşlerse de 100 (718-19) yılında vefat eden Ebü’t-Tufeyl Âmir b. Vâsile’nin en son ölen sahâbî olduğu ittifakla kabul edildiği için bunları tanımak zor olmamıştır. 140′-ta (757) ortaya çıkan Meklebeb. Melkân, 350 (961) yıllarında Fârâb bölgesinde gö­rülen Ca’fer b. Nastûr, 336’da (947) öl­düğü belirtilen Serbâtek el-Hindî ve özel­likle 632’de (1234-35) veya daha sonra ölen Hintli Reten b. Nasr tanınmış hadis uydurucularıdır. Kıssa anlatıcıların da (kussâs) uydurma hadislerin yayılmasın­da önemli rolü olmuştur.

Hadis uyduranlar, muhaddislerin de­vamlı takibi sonunda ya tezatlarının ya­kalanmasıyla veya kendilerini tanıyanla­rın haber vermesiyle yahut bizzat kendi itiraflarıyla belirlenmiş ve teşhir edilmiş­lerdir. Ebü’l-Hasan İbn Arrâk çeşitli hile­lerle hadislere zarar vermeye çalışanlardan 1790’ıni tesbit etmiştir. Muhaddisler. hadisin metninden Önce zikredilen ve metnin sa­hih veya zayıf oiuşu hakkında daha ilk an­da bilgi verdiğinden hadisin bir tür ga­ranti belgesi sayılan senedleri incelemek suretiyle o hadisi rivayet eden­ler arasında yalancıların bulunup bulun­madığını tesbite çalışmışlar, ayrıca güve­nilir bir metin elde etmek için metin ten­kidi esaslarını geliştirmişlerdir. “Cerh ve ta’dîl” denilen orijinal ten­kit yöntemiyle bir râvinin güvenilirliği hakkında bilinmesi gereken her bilgiyi el­de etmişler, onun âdil, sika, hıfz ve itkan sahibi biri mi yoksa yalancı, gaflet sahi­bi, hafızası zayıf ve vehimli bir kimse mi olduğunu ortaya çıkarmışlardır. Hadisle­rin sağlam bir şekilde rivayet edilmesini temin maksadıyla büyük gayret gösteren Hz. Ömer, Ali, Âişe, Abdullah b. Abbas ve Enes b. Mâlik gibi sahâbîlerden sonra tenkit faaliyeti tabiîn ve tebeu’t-tâbiîn devirleriyle daha sonraki dönemlerde ti­tizlikle devam etmiş, hadislerin dinin kay­naklarından biri olduğu anlayışıyla taraf­sız hareket eden münekkitler yetişmiş ve bu konuda önemli eserler ortaya kon­muştur.

Uydurma sözleri Resûl-i Ekrem’in ha­dislerinden ayırmada ihtisas kazanmış âlimler bu hususta bazı ipuçları tesbit etmişlerdir. Hadis diye nakledilen bir ha­berin dil kurallarına aykırı olması, “Yeşile ve güzel kadına bakmak görme duyusu­nu arttırır” cümlesinde olduğu gibi pey­gamber sözünde bulunmaması gereken bir anlamsızlık veya yatsı namazını kılma­yan kimseye Allah Teâlâ’nın, “Ben senin rabbin değilim, kendine başka bir ilâh ara” diyeceğini belirten sözdeki gibi bir ölçüsüzlük taşıması, güvenilir hadis kitap­larında bulunmaması, birçok sahâbînin görmesi gereken bir olayı sadece bir ki­şinin gördüğünü ileri sürmesi, “Zinadan doğan çocuk cennete girmez” sözü gibi Kur’an’a ve sahih sünnete aykırı olması, “Patlıcan her derde devadır” sözünde ol­duğu gibi akla ve gözlemlere ters düş­mesi, tarihî gerçeklerle bağdaşmaması onun hadis diye kabul edilmesine engel teşkil eden başlıca hususlardır.

Allah Teâlâ, Resûl-i Ekrem’in yaşayışını izlemeyi, onun Kur’an hakkındaki açıkla­malarını öğrenmeyi emretmişken hadis diye ortaya atılan sözler müslümanların bu hedefe ulaşmasını ve dini doğru anla­masını bir ölçüde zorlaştırmıştır. Siyasî düşüncelerini veya mezheplerini dinin önüne geçiren, kendilerini daha haklı göstermek için peygamberlerine iftira edenler müslümanlar arasında daha çok bölünmelere sebep olmuşlar, eski dinlere ait hurafeleri Peygamber diliyle sevimli göstermeye çalışan zındıklar veya cahil va­izler dine ilgi duyanları ondan soğutmuş­lardır. Kur’an ve hadislerde ibadete ve iyi­liğe özendiren, kötülüklerden sakındıran emir ve yasaklar ölçülü bir şekilde verildi­ği halde bu ölçülerin göz ardı edildiği uy­durmalar müslümanların ya aşın ümide kapılmasına yol açmış yahut onları aşırı korkuya iterek dinden uzaklaştırmıştır.

TDV İslam Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski