Mezarlık Nedir, Mezar Mimarisi, Tarihi,

Arapça ziyaret kökünden gelen “ziya­ret mekânı” anlamındaki mezar kelime­sinden Türkçe ekle türetilmiş bir yer adı­dır. Arapça’da “ölünün gömüldüğü yer” mânasındaki kabir (kabr) ve medfen karşılığında Farsça ve Türkçe’de daha yaygın olan mezar kelimesinin kullanı­mında kabirlere gitmekle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm [Tekâsür 102/2] ve hadislerde ziyaret” kökünün geçmesinin de etkisi olmalıdır. Mezarlığın eş anlamlısı olarak Arapça’da makber  makbere (kabirlerin bulunduğu yer), cebbân cebbâne (sahra), Farsça’da mezârât, kabristan, gûristân kullanılır. Önemli kişilerin mezarlarına ve­ya mezarlarının bulunduğu yere ravza, meşhed, kubbe, türbe ve kümbet; cami, tekke, türbe gibi yapıların bitişiğinde yer alan küçük mezarlıklara Türkçe’de hazîre (etrafı çalı, çit veya taştan duvarla çev­rili mekân) ve daha çok tekke ve zaviye mezarlık/hazîrelerine vâdî-î hâmûşân (sessizler vadisi) adı verilmiştir. Eski Türk­çe’de kabire sın (Anadolu lehçesinde sin) ve mezarlığa sınlağ (Anadolu lehçesinde sinle) denildiği bilinmektedir.

Mezarlıkların oluşması defin geleneğiy­le ilgilidir ve Kur’an’a göre bu geleneği başlatan Hz. Âdem’in oğlu Kabil’dir. Ölüleri gömmek için özel bir alan tahsisine daha çok yerleşik toplumlarda rastianır; ancak göçebelerin de geçici olarak kaldıkları arazilerde belli bir alanı bu amaçla kullandıkları görül­mektedir. Arkeoloji terminolojisinde “nekropolis” denilen eski mezarlıklar kültüre, bölgenin coğrafî ve jeolojik yapısına, inşa malzemesi türüne göre çeşitlilik gösteren yer altı veya yer üstü mezarlarından meydana gelir. Muhtemelen en eski mezarlıklar genelde, di­kilmiş dört blok taş üzerine konulan yassı taşların şekillendirdiği Yontma Taş ve Cilâlı Taş dönemlerine ait dolmenlerin bu­lunduğu alanlardır. Mısır’ın Sakkâre ve Cîze piramit bölgeleri yer üstü, Krallar vadisi yer altı nekropollerinin en ünlüle­ridir. Mezopotamya’da Sumerler’e ait Ur kral mezarları, Miken oda mezarları, İran ve Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki kaya mezarları ve Roma’daki hıristiyan kata­kompları diğer ünlü nekropollerdir.

Mezar daha çok toprak üstünde kalan yapısıyla önem taşır ve ziyaret edilebilme­si için üzerinde yerini ve ait olduğu kim­seyi belirleyen bir alâmetin bulunması gerekir; bu sebepte dayanıklılığından do­layı genellikle taş kullanılmıştır. Gelene­ğin ne zaman başladığı hakkında kesin bilgi yoktur. Eski Ahid’de Hz. Ya’küb’un, zevcesi Raşel’in kabri başına bir taş dikti­ğinden aile kabirlerinden ve tür­belerden söz edilir.

Türk kültür tarihi açısından büyük önem taşıyan ve Orta Asya’nın çeşitli böl­gelerinde büyük mezarlıklar oluşturacak derecede çok sayıda bulunan kurganların (mezar üzerine toprak yığılarak yapılan kü­çük tepe, tümülüs) üstüne taş dikmek bir gelenekti. Bu mezar taşlarının bir kısmın­da kitabeler de bulunuyordu. Orhun kitabelerinin aslında Tonyukuk, Kültigin ve Bilge Kağan’a ait anıt mezarların taşları olduğu sanılmaktadır. Çin kaynaklarında Türkler’in kabir üzerine bir bina (bark) yaptıkları, duvarlarına ölünün şahsını ve hayatta iken katıldığı savaşları gösteren sahneler resmettikleri ve onun kimliğini bildiren yazılı işaretler diktikleri belirtilmektedir. Mezarın üstüne çadır kurulması ve ölünün hayat­ta iken öldürdüğü kişi sayısınca balbal dikilmesi gelenekti. Türkler’in İslâmiyet’i kabulünden sonra çadırlar kümbet, bal­ballar âbidevî mezar taşlan şeklinde ken­dini göstermiştir.

Mezarın baş ve ayak ucuna “şahide” ve­ya “mezar taşı” (halk arasında “hece taşı”) denilen taşların dikilmesi İslâm’ın ilk dö­nemlerinden beri devam eden bir gele­nektir. Hz. Peygamber’in, tanınması için Osman b. Maz’ûn’un kabrinin başına taş diktiği onun vefatından sonra bazı sahâbî ve tabiîn mezarlarının üzerine kubbe adı verilen çadır kurulduğu bilinmektedir. Bunlar­dan biri Hz. Hasan’ın oğlu Hasan’ın kabrinin üstüne yapılmış ve bir yıl kadar kal­mıştır. İmam Şafiî’nin verdiği, Mekke valilerinin kabir üzerine inşa edi­len yapılan yıktırdıkları yolundaki bilgi­den İslâm’da kabir ve türbe yapımı­nın yine erken tarihlerde başladığı anla­şılmaktadır. İslâm’da mezar kültü­rünün gelişmesi doğduğu muhitten çok yayıldığı topraklarda ve özellikle İran, Mı­sır ve Anadolu gibi bölgelerde karşılaştığı gelenekle irtibatlıdır.

İslâm şehirlerinde mezarlıklar genel­likle yerleşim alanının ve surların dışında şehir kapılarına yakın yerlerde oluşmuş­tur. Bu sebeple Dımaşk, Bağdat, Kahire ve diğer şehirlerde görüldüğü gibi çoğu yakınında bulunduğu kapının adını almış­tır. Mezarlık alanları için tercih edilen bir yer de dağların yamaçları ve etekleridir. Kahire’de Mukattam dağı eteğindeki Karâfe ile Dımaşk’ta Kâsiyûn dağı eteğinde­ki Sâlihiye mezarlıkları bunun en meşhur örnekleridir. Ayrıca önemli şahsiyetlerin defnedildiği yerlerin etrafında küçük ve­ya büyük mezarlıklar teşekkül etmiştir. İslâm tarihinin ilk dönemlerinde sahabe kabirleri bu hususta önemli bir cazibe merkezi olmuştur. Bunda, sahabe hak­kındaki övücü âyetler ve her sahâbînin kıyamet günü vefat ettiği beldenin efen­disi ve nur olarak diriltileceğine dair ha­disle benzeri diğer hadislerin etkisinin bulunduğu şüphesizdir. İbn Asâkir, Dımaşk’taki ilk müslüman mezarlığının fe­tih sırasında ashaptan bazılarının şehid düştüğü Bâbütûmâ denilen doğu kapısı civarında teşekkül ettiğini, Bâbülferâdis Mezarlığfnda Hz. Meryem ile havarilere, Bâbüssagir’de de sahâbîlere ait bazı ka­birlerin bulunduğunu belirtir. Sahabe kabri etrafında oluşmuş en ünlü mezarlık alan itibariyle dünyanın en büyük mezarlıklarından biri olan İstanbul’daki Eyüp Mezarlığfdır. Ebû Eyyûb el-Ensâri’nin kabri etrafında teşekkül eden bu mezarlıktan başka Eyüp semtinde birçok türbe ve hazîrenin varlığı da bu sahâbîye yakınlık arzusundan kay­naklanmıştır. Aynı amaçla İslâm dünya­sının birçok şehrinde Ehl-i beyt, evliya ve ulemâ kabirleri etrafında mezarlıklar oluşmuştur.

Önceleri genellikle meskûn sahaların dışında bulunan mezarlıklar yerleşim alanlarının genişlemesi sonucu şehirlerin içinde kalmıştır. Ayrıca yerleşme merkez­lerinin içinde veya dışında ve cami, tek­ke, türbe gibi yapıların bitişiğinde küçük mezarlıklar (hazîre) yer almaktadır. Os­manlı kültüründe önemli yeri olan nazire­lerin İstanbul’da yüzlercesine rastlamak mümkündür. Yapının banisi veya tekke­nin şeyhi gibi bir ya da birkaç önemli kişi­nin defniyle başlayıp daha sonra bunların aileleri, yapıda görev alanlar yahut vakıf mensupları ve aile fertlerinin, ayrıca baş­ka kimselerin gömülmesiyle genişleyen nazirelerin tarihçesini mabedin yanına defin geleneği açısından Hz. İsmail’e ka­dar götürmek mümkündür. Rivayete göre Hz. İsmail, annesi Hâcer’i vefatı üzeri­ne bugün Kabe’nin kuzeybatı cephesinin önünde yer alan ve üç tarafı alçak bir du­varla (Hatîm) çevrilmiş olan, yaklaşık ya­rım daire şeklindeki kutsal mekâna (Hicr) gömmüş, daha sonra kendisi de onun yanına gömülmüştür.

Mezarlıkların yerleşiminin şehircilik ta­rihi açısından önemli olmasının yanında mimari ve hat sanatının gelişimi konu­sunda zengin örnekler sunan mezar taş­ları tarihî ve demografik araştırmalar ba­kımından büyük değer taşır. Özellikle di­ğer İslâm ülkelerinde benzeri görülmeyen Anadolu’daki tarihî mezarlıklar, Türk süs­leme sanatları ve edebiyat tarihi açısın­dan da önemli belgeler içermektedir. Me­selâ Van Erciş Çelebibağı Mezarlığı’ndaki sandukalı, şâhideli, hem sanduKalı hem şâhideli gibi birkaç türde yapılmış olan mezarların şâhidelerinde ve sandukala­rında yer alan Âyetü’l-kürsî, İhlâs sûresi, ölümle iigüi âyetler, besmele ve lafza-i ce­lâllerden oluşan kûfî kabartma yazılar ve süslemeler Selçuklu sanatının en güzel örneklerindendir. Şeklini tabuttan alan beşik çatı biçimindeki Selçuklu lahitleri-nin etek kısımlarında Farsça yazılmış şi­irlere de rastlanır. Burada ayrıca Tiflis, Erzurum ve Diyarbakır’da olduğu gibi Karakoyuniu ve Akkoyunlu dönemlerinden kalma koç, koyun ve at biçiminde mezar taşları bulunmaktadır. Tabut âdetinin bir yansıması olan sanduka tarzı, üzeri kitâ-beli veya düz mezar taşları Sivas, Kayseri, Bursa ve Edirne’de XV. yüzyıl ortalarına kadar görülür. Konya’daki Selçuklu ve Ka-ramanoğullan dönemlerine ait mezar taş­lan da benzer özellikler taşımaktadır.

Osmanlı Devleti’nin Anadolu’ya hâkim olmasıyla Selçuklu geleneği son bulmuş ve serpuşlu, gövdesi kitâbeli, alt kısmı in­ce tarzdaki mezar taşlan yaygınlaşmıştır. Osmanlı dönemine ait mezar taşlan dev­letin geçirdiği çeşitli evreleri açık bir şekil­de yansıtır. Kuruluş aşamasında, büyüme döneminde, Lâle Devri ve sonrasında me­zarların tezyinatları farklı olmuştur. XVI. yüzyılın ikinci yarısına kadar şâhideierin tepelerinde genellikle başlık yoktur, olan­lar da sade birer sarıktan ibarettir. Daha sonra meslek sınıflarının başlık şekliyle ayırt edilmesine paralel olarak erkek şâ­hidelerinde baş ucu taşlarının, ölünün meslek grubunun veya bir tarikat men­subu ise o tarikatın başlığının biçiminde nihayetlendirildiği görülür. Gül, taç, sarık, fes veya kavuk gibi unsurlar mezardaki şahsın cinsiyeti, mesleği, mensup olduğu zümre, tarikat, bölükya da taşıdığı bu un­vana işaret eder. Baş ucu taşına oranla daha küçük tutulan ayaktaşları genellikle daha sade olup çoğunlukla yazısız ve tezyinatsızdır. Kadın mezar taşlarında değişik süslemeler, özellikle çiçek demet ve sepetleriyle meyve tabakları dikkat çe­ker. Mezar taşı süslemelerinde gül başta olmak üzere lâle, karanfil ve sümbül gibi çiçeklerle servi, asma sarılmış servi ve hurma ağacı ile nar ve incir gibi meyve motiflerinin kullanılması estetik tercihler yanında bunların sembolik anlamlarıyla da irtibatlıdır. Taşların üzerine ölümü, in­sanların fâniliğini ve baki olanın Allah ol­duğunu belirten ibareler, şiirler, dualar ve darbımeseller yazılmıştır. Taşın üst kıs­mına bazan besmele de yazılmakla birlik­te daha çok “hû, hüve’l-bâki, hüve’l-hay-yü’l-bâki, hüve’l-hallâkuT-bâki” gibi yal­nız Allah’ın ebedî, her zaman diri ve yara­tıcı olduğuna işaret eden ibarelerle her şeyin fâni olduğunu [Rahmân 55/26] Allah’tan başka her şeyin yok olacağını [Kasas 28/88] ve her canın öiümü ta­dacağını [Âl-i İmrân 3/185; Ankebût 29/ 57] belirten âyetler işlenmiştir. Özellikle tasavvuf ehline ait mezarlarda taşın şe­kil ve tezyinatı yanında bazı ifade ve kalıp­lar da orada medfun kişinin hangi tarika­ta mensup olduğu hususunda ipucu ve­rir. Ölünün kimliğinin yazıldığı bölümde isimle birlikte görev ve mesleğini, sosyal statüsünü belirten unvan ve lakaplara, dinî bakımdan değer taşıyan “seyyid, şe­rif, hacı, hafız, şehid” gibi nitelemelere ve bir soyadı gibi aile mensubiyetini göste­ren ifadelere yer verilir. Her mezar taşın­da mutlaka bulunması gereken bir unsur da ölenin ruhuna Fatiha okunması dile­ğidir. Mezar taşlarının genellikle sonun­da kişinin ölüm tarihi doğrudan kaydedil­diği gibi bazan bununla birlikte veya tek başına tarih düşürüldüğü de görülmek­tedir. Ebced hesabıyla kişinin ölüm tari­hini veren, genellikle ölünün meziyetleri­nin dile getirildiği yahut kendisine dua temenni edildiği bu metinler birer keli­me, terkip, satır, beyit veya kıtadan olu-şabilmekte, sade bir ifadeden edebî sa­natlar bakımından büyük değer taşıyan ibarelere kadar değişiklik göstermekte­dir. XVIII-XIX. yüzyıllarda mimaride Batı sanatından etkilenme mezarlıklara da-yansımış ve barok, rokoko ve empire üs­lûbunda mezarlar yapılmıştır. Bu dönem­de Batı düşüncesinin de etkisiyle, ölümü daha güzel bir hayata geçişin basamağı olarak kabul eden geleneksel İslâmî ba­kışı yansıtan ibareler yerine geride kalanların üzüntüsünü ve ayrılığın acısını dile getiren “âh mine’l-mevt, âh mine’l-firâk” gibi ifadeler de görülmeye başlanmıştır.

“Kitabeti şahide” adı verilen baş taşı İle mezarın bittiği yeri gösteren ayak taşı tam bir mezarı gösterir. Ayaktaşı olma­yıp sadece şâhidesi bulunan mezar ise “makam” olarak adlandırılır ve orada her­hangi bir kişinin gömülü bulunmadığını veya şüphe söz konusu olduğunu göste­rir. Çok sayıda şehidin topluca gömüldü­ğü ve ortak bir kitabenin dikildiği mezar­lığa “şehitlik” (meşhed), başka bir yerde gömülü olan şahıs için dikilen ve üzerinde Fatiha yazılı tek taştan ibaret yere “nazargâh” denilir. Bir aileye mensup fertle­rin bir sekiyle ayrılmış toplu mezarlarına da “aile sofası” adı verilmiştir. Daha çok büyük mezarlıklarda yer alan bu sofalar genellikle çevre zemininden biraz yük­sekte olup duvarla veya demir parmak­lıklarla ayrılmıştır; bazılarında yalnız bir­kaç mezar bulunurken bir kısmı elli alt­mış kişi alacak genişliktedir.

Osmanlı mezarlıklarına bugün de oldu­ğu gibi daha çok servi ağacı dikilmiştir. Bilimsel araştırmaların amonyak çıkışını önlediğini gösterdiği servi ihtiva ettiği re­çine sebebiyle havaya hoş koku yayması, çevreye estetik bir görünüm vermesi, yaz kış yeşii kalması ve uzun ömürlü olması gibi sebeplerle seçilmiş, mezar taşı süsle­meleri dahil Türk görsel sanatlarında in­sana ölümü en rahatsız etmeyecek şekil­de hatırlatan bir simge sayılmıştır. Maurice M. Cerasi, “maşatlık” olarak adlandı­rılan yahudi mezarlıklarının aksine ağaç­landırılan müslüman mezarlıklarından şe­hir dışındakilerin aynı zamanda dinlenme ve gezinti yeri, içeride kalanların ise mi­mariyi tamamlayan âbidevî unsurlar ol­duğunu yazar ve seyyahların mezarlıklarda şarkı söyleyen, yemek yiyen gezmeye çıkmış insanları tasvir ettiklerini belirtir.

Son dönem mezarlıklarında eski sanat ruhu ve estetik kaygı hissedilmemekte, buraların sadece ölünün yattığı yerin kay­bolmaması için çok defa mermerden ya­pılan ve belli bir üslûbu olmayan mezar­larla doldurulduğu görülmektedir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski