Miğfer Nedir, Ne Demek, Tarihçesi, Osmanlıda, Hakkında Bilgi

Miğfer. Savaşlarda başı korumak için, aynca törenlerde ihtişam arttırıcı bîr unsur olarak takılan başlık.

Sözlükte “örtmek, gizlemek, korumak” gibi anlamlara gelen gafr kökünden alet ismi olan miğfer çok eski tarihlerden beri kullanılmaktadır. Savaşlarda savaşçının başını ve başın özellikle alın, ense, burun gibi kısımlarını dışarıdan gelecek kılıç, mızrak, ok vb. darbelere karşı koruması bakımından Önem taşıyan miğferi Arap­lar öteden beri bilmekteydi. Genellikle zır­hın bütünleyici bir parçası olarak değer­lendirilen miğfer demir vb. metallerden yahut kalın ve dayanıklı deriden yapılırdı. Miğferin üzerine sarık sarılır veya külah giyilirdi. Arapça’da miğfer için genellikle beyza ve hûze isimleri kullanılmaktadır. Bunların yanında haydaa, devmas, rebîa, imame, arme ve terke gibi kelimeler de zikredilmektedir.

Hz. Peygamber’in “müveşşah” ve “sebûğ” (zü’s-sebûğ) adı verilen iki miğferi bu­lunmaktaydı. Uhud Gazvesi’nde zırhını gi­yip miğferini takan Resûl-i Ekrem’in miğferindeki halkalardan ikisi yüzüne batmış ve yanağını yarala­mıştı. Aynı gazvede Resûlullah’ın attığı harbe ile ölümcül yara alan Übey b. Ha­lefin çok kaliteli zırhı, kılıcı ve miğferi ele geçirildi. Hz. Peygamber’in Mekke’nin fethinde şehre girdiği sırada başında miğfer bulunduğu birçok kaynakta zik­redilmektedir. Miğfer daha sonra Orta­doğu’dan Endülüs’e kadar birçok İslâm devletinde ordu teçhizatı arasında yer almıştır.

Çin yazılı kaynaklarından edinilen bazı bilgiler miğfer kullanımının Türkler ara­sındaki önemine işaret etmektedir. Hatta bu kaynaklara göre Türk kelimesinin “tul-ga”dan (miğfer) geldiği, Türkler’in Altay-lar’da tulga şeklindeki bir aitın dağda de­mircilik yapmasından dolayı bu adı aldı­ğı belirtilir. Kuzey Asya kaya resimle­rinde görülen bazı asker ve süvari tasvirlerindeki miğfere benzer başlıklar dışın­da bilinen en eski Türk koruyucu silâh bu­luntuları milâttan önce IV-III. yüzyıllara tarihlenen Pazınk kazılarında ele geçmiş­tir. Daha sonra Hunlar, Göktürkler. Uy­gurlar, Tatarlar ve Moğollar tarafından birbirine çok benzeyen miğferler kulla­nılmış, bunların bazı örnekleri kazılarda ortaya çıkarılmıştır. Buluntularda Göktürk süvarilerinin şaşılacak derecede Osmanlı zırhlı süvarilerine benzediği dikkati çek­mektedir. Ancak Moğol miğferlerine bazı eklemeler yapıldığı görülmektedir. IV. yüzyıldan itibaren Avrupa’ya giren Türk boyları kültür varlıklarını da birlikte gö­türmüştür. Nitekim yapılan kazılarda miğfer örneklerine de rastlanmıştır. Özel­likle bugünkü Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve dolaylarında örnekler daha fazladır. Bunların bazıları Budapeşte Miliî Müzesi’nde sergilenmektedir.

Türk miğferi geleneği İslâmiyet’ten sonra da devam etmiştir. Karahanlılar’da “ışuk/yışuk” adı verilen tulgalar kullanı­lırdı. Metal başlığın başı acıtmaması için tüyden yapılmış takkeye ise “kedük” de­nirdi. Gerek yazılı kaynaklar gerekse tas­virler, Anadolu Selçukluları miğferlerinin Osmanlı miğferlerine en yakın örnekler olduğunu göstermektedir. İbn Bîbî’nin verdiği bilgiler, Selçuklu dönemi minya-türlü yazması olan Varaka ve Gülşah’-taki tasvirlerle uyum içindedir.

Osmanlı dönemi kayıtlarında “Dâvûdî miğfer, tas, tolga tulga, togulga, Dâvû­dî togulga, derbendî, kallâvi, şehriyârî, zernişanî tulga, serpenâh, şirinkale, zırh külah” gibi isimlerle yer alan Türk miğferlerini üç formda incelemek müm­kündür. Birinci sırada sivri külah şeklin­deki peçelikli miğferler yer alır. Bunların şişkin karınlı etek kısmından sonra bir­den daralan yalma kısmından oldukça sivri tepelik yükselir. Tepeliklerinde bu­lunan prizmatik küreciğin ortası bir hal­ka takılmak üzere delik bırakılmıştır. Bu halkaya rütbe veya mevki işareti olarak kullanılan ince kumaş yahut tüy takılırdı. Ancak halkasız olup tepeliği sivri bir çu­buk şeklinde uzanan örnekler de vardır. Peçelikli miğferlerde gövde hafif şişkin­ce olup dikey veya kıvrılarak uzanan yiv­lerle doldurulmuştur. Etek kısmının ön tarafında iki göz oyuğu bulunur. Göz oyuklarının arasında aşağı yukarı hareket ettirilebilen bir burun siperliği yer alır. Miğferin etek kısmını ince bir metal zıh çevreler. Bu zıhtan geçecek şekilde ete­ğe açılan ince deliklere zincir örgü olarak yapılmış peçelik takılır. Sadece gözleri açıkta bırakacak şekilde bütün boynu ve yüzü örtecek büyüklükteki peçelik burun üstünden veya çene altından bağlanabi­leceği gibi bir ucundan miğfer gövdesin-deki peçelik çengeline takılarak yüz açık­ta da bırakılabilirdi.

İkinci grupta siperlikli miğferler bulu­nur. Bunlarda tepelikler daha basık, göv­deler daha konik olup tepelikleri beyzî kü­re veya başlık şeklindedir. Etek çevresi enli bir bordur oluşturacak şekilde düz­dür. Ön kısımlarında dikey hareketli, te­pelik kısmı genellikle yürek biçiminde bir burun siperliği vardır. Siperlikli miğfer­lerde burun siperliği dışında toplam dört siperlik daha bulunur. Biri önde güneş siperliği, biri arkada ense siperliği, ikisi de yanlarda kulak siperliğidir. Konturları dilimli formda kesilmiş, metal levhalar­dan oluşan bu siperliklerden öndeki göv­deye sabit perçinlerle birleştirilmiş, di­ğerleri ise birkaç zincir halkası ile hare­ketli olacak şekilde gövdeye perçinlen-miştir. Siperlikli miğferlerin bir diğer özelliği de gövdenin ön kısmına perçinle sabitlenmiş, huni şeklindeki sorguç yu­valarıdır. Bu sorguç yuvalarının içine rüt­be alâmeti olarak balıkçıl veya sülün tarzı kuş tüyleri yerleştirilirdi.

Üçüncü grupta zırh külahlar yer alır. Zırh külahlar, sadece başın üst kısmını örtecek hafif yuvarlak disk şeklinde me­tal bir parça ve buna perçinlenen, gözler açıkta kalmak üzere bütün boynu ve yü­zü örterek omuzlara inen peçelikten iba­rettir. Diğer miğferler tek başına da ta­kılmasına rağmen zırh külahlar zırh göm­lekle takım olacak şekilde birlikte kullanı­lırdı.

Demir, bakır gibi metallerden deri ve çuha takviyeli olarak imal edilen Osmanlı miğferlerinin özellikle tombak kaplamalı bakır olanlarına altın görünümü kazandı­rılmıştır. Ana malzemesi metal olan miğ­ferlerin yapımında dövme (çökertme yük­seltme), kesme, perçin, döküm, zincir ör­me gibi teknikler kullanılmıştır. Ayrıca süslenmesinde tombaklama tekniğinin yanı sıra özellikle demir örneklerde altın, gümüş ve taş kakma, sıvama ve her iki grupta kazıma, kabartma, kesme/ajur, kakma, kumlama gibi maden süsleme teknikleri uygulanmıştır. Belli süsleme programlarının tatbik edildiği eserlerin üzerinde Türk süsleme sanatına özgü bit­kisel, geometrik, sembolik motifler ge­rek bordürler gerekse kapalı ve serbest kompozisyonlar halinde işlenmiştir. Miğ­ferlerin dekorasyonunda yazılar da önem­li bir süsleme unsuru olarak görülür. Bun­lar kûfî veya ta’Iik hatlarla yazılmış olup iyi temenniler, sultana övgü ibareleri, besmele ve Kur’ân-ı Kerîm’den âyet ve sûreler şeklindedir.

Osmanlı miğferleri Akkoyunlular, Şirvanşahlar, Memlükler, Umurlular ve Safevîler’in miğferleriyle bazı küçük farklı­lıklar dışında paralellik gösterir. Ayrıca Rus, Alman, Macar, Romen ve Bulgar miğferlerinin bazı örneklerinde de Os­manlı miğferlerindeki özellikleri görmek mümkündür. Bu miğferler literatüre “Türk tipi” olarak geçmiştir. Bu durum, kısmen Osmanlı döneminin etkileşimi ola­rak değerlendirilse de büyük oranda kök­leri daha eski tarihlere dayanan bir gele­neğin ve etkileşimin sonucu olmalıdır.

Miğferler koruyucu silâh olmakla be­raber dikkat çekici görünüşleriyle devlet törenlerinde ve askerî merasimlerde ih­tişamı arttırıcı bir unsur olarak da kulla­nılmıştır. Üzerlerindeki bazı sembolik un­surlar tören içindeki hiyerarşi, askerî ba­şarı ve rütbe derecesini ortaya koyacak şekilde biçimlenmiştir. Malzemeleri, ya­pım ve süsleme teknikleri, süsleme prog­ramları, sembolik anlamları ile Türk sa­natı kapsamında değerlendirilen miğ­ferler bu özellikleriyle diğer kültürlere ait örneklerden ayrılır. Miğfer yaklaşık XVII. yüzyılda kullanım süresini tamamlamış ve ateşli silâhların yaygınlaşması ile bir­likte fonksiyonunu kaybederek ortadan kalkmıştır.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski