Mihmandar. Bazı İslâm devletlerinde resmî misafirleri ağırlamakla görevli memur.
Farsça mihmân (misafir) ve dâr (sahip olan) kelimelerinden meydana gelen mihmandar “misafir ağırlayan kimse” demektir. Osmanlı kültüründe bu tabir, Medine’ye hicretinde Resûl-i Ekrem’i yedi ay kadar evinde misafir eden Ebû Eyyûb el-Ensârî için “mihmândâr-ı nebî [mihmandâr-ı Peygamber] şeklinde bir unvan olarak da kullanılmıştır. Kelime bugün daha çok dışarıdan yurda gelen ziyaretçileri karşılamak ve burada kalacakları süre içinde kendilerine yardımcı olmakla görevli kişileri ifade etmektedir.
Mihmandarlık eski bir gelenektir. Asr-ı saâdet’te elçi heyetlerini karşılayıp ağırlayan ve onlara Resûl-i Ekrem’in huzurunda nasıl davranacaklarını öğreten teşrifat görevlileri vardı. Elçiler, Abdurrahman b. Avf’ın bu işe tahsis ettiği Dârü’d-diyâfe [Dârü’d-dîfân] denilen evinde veya kendileri için kurulan özel çadırlarda yahut bir başka sahâbînin evinde ağırlanırdı. Abdurrahman b. Avf’tan başka Hz. Peygamber’in hizmetçisi Sevbân b. Bücdüd, Bilâl-i Habeşî ve Hâlid b. Saîd de mihmandarlık yapmışlardır. Elçilerin sınırlarda karşılanmasını isteyen ve Medine’ye geldiklerinde ziyaretlerine giden Resûl-i Ekrem’in vasiyetleri arasında elçilere iyi davranılması ve kendisinin yaptığı gibi onlara hediyeler verilmesi de vardır. Aynı gelenek farklı isimlerle de olsa Ortaçağ İslâm devletlerinde devam ettirilmiştir. Meselâ Gazneliler ve Salgurlular’da elçilere mihmandarlık yapan saray görevlisine “resûldâr” denilirdi. Anadolu Selçuklu hükümdarlarının misafirlerini karşılayıp ağırlamakla görevli saray mihmandarlarına “mihmandârân-ı has” adı verilirdi.
Mihmandar, Memlûk sarayındaki askerî görevlilerden [erbâbü’s-süyûf, erbâb-ı süyûf] biriydi ve Fâtımîler’in sivil memurlarından [erbâbü’l-aklâm] sâhibü’l-bâb naibine denk düşüyordu Mihmandarın erbâbü’s-süyûfa dahil edilmesinin sebebi, herhalde ilk görevinin dışarıdan gelen misafirleri sınırda karşılayıp eşkıya saldırısı gibi tehlikelerden Koruyarak başşehre kadar güvenlik içerisinde getirmiş olmasıdır. Onları salimen Kahire’ye ulaştırdıktan sonra da mevki ve derecelerine uygun yerlerde kalmalarını, ikametleri süresince en iyi şekilde ağırlanmalarını ve işlerinin görülmesini sağlıyordu. Memlükler’in Dımaşk, Gazze, Halep, Trablus gibi nâib-i saltanat eyaletlerinde de yine erbâb-ı süyûftan mihmandarlar bulunurdu. Sınıra bir elçilik heyetinin yaklaştığı haber alınınca o tarafın saltanat naibi bunu hükümdara bildirir, kabulüne dair olumlu cevap gelmesi halinde karşılanması İçin mihmandarını gönderirdi. Eğer elçi Memlükler’e tâbi bir devletten ise karşılamayı mihmandar yapar, İlhanlılardan veya başka bir büyük devletten geliyorsa merkezden karşılama için nâib yahut hâcibü’l-hüccâb gibi emirlerden biri görevlendirilirdi.
Eyyûbî ve Memlûk saraylarında mihmandarlık yapmış bazı kimseler görev unvanlarını lakap olarak da kullanmışlardır. “Nessâbe” diye de bilinen şair ve edip Ebü’l-Mehâsin Bedreddin Yûsuf b. Sey-füddevleeI-Mihmândâr [VII./XIII. yüzyıl] bunların en meşhurudur. Onun Kalkaşendî ve Makrîzî’nin yaptığı iktibaslardan tanınan Kitâbü’l-Ensâb’ı zamanımıza ulaşmamişsa da dil ve edebiyat alanında kaleme aldığı İzâîetü’I-iîtibâs îi’1-îark beyne’l-iştikâk ve’l-cinâs adlı eseri günümüze kadar gelmiştir.
Osmanlı belgelerinde yabancı sefirlere saray görevlilerinden birinin mihmandar tayin edildiğinin belirtilmesinden, teşkilâtta Memlükler’de olduğu gibi özel bir mihmandar kadrosunun bulunmadığı anlaşılmaktadır. Haziran 1806’da İstanbul -Eflak güzergâhındaki bütün kazaların ka-dılarıyla nâiblerine, yeniçeri zabit ve serdarlarına, mütesellimlerine, şehir kethüdalarına ve diğer görevlilere gönderilen hükümde Fransa sefiri General Sebasti-ani’nin Eflak’a geldiği ve mihmandarlığı için dergâh-ı âlîkapıcıbaşılanndan birinin görevlendirildiği bildirilmiş, İstanbul’a ulaşıncaya kadar geçeceği yerlerde kendisinin ağırlanarak istirahatinin sağlanması emredilmiştir. Ignatius Mouradgea d’Ohsson da büyük devlet elçilerinin Osmanlı topraklarına ayak basmalarından ayrıldıkları zamana kadar hükümetin misafiri sayıldıklarını, mihmandar unvanına sahip bir zabitin elçiyi sınırda karşıladığını ve ülkede kaldığı süre içinde İhtiyaçlarının görülüp ağırlandığını söyler. XVII. yüzyılın başlarına kadar hıristiyan devletlerinin sefirleri İstanbul’a geldiğinde Çemberlitaş’ın karşısında bulunan Elçi Hanı’nda misafir edilirdi; sonradan kalacakları yer Galata tarafına alınmıştır. Daimî sefarete tayin edilen elçiler, itimatnamelerini sunacakları zaman mihmandar tarafından genellikle kapıkulu ocaklarına maaş dağıtıldığı ulufe divanı günü -oradaki debdebe ve teşrifatı görmeleri için- konaklarından alınıp belli bir merasimle saraya götürülürlerdi.
TDV İslâm Ansiklopedisi