Mucize Nedir Yahudilik, Hıristyanlık, İslam Dışında Dinlerde, Hakkında Bilgi

İslâm’dan baş­ka dinlerde de önemli bir yer işgal eden mucize Batı dillerinde genellikle Latince miraculumdan türeyen miracle (miracolo) kelimesiyle ifade edilir. İslâm anlayı­şındaki mucize ve keramet ayırımı diğer dinlerde yer almadığından bunlarda, ilâ­hî bir kuvvet tarafından ortaya konan ha­rikulade olaylar yanında dinî veya karizmatik bir şahsiyet tarafından sergilenen fevkalâde hadiseler de mucize kapsamın­da değerlendirilir. Dinî veya tabiat üstü bir referansa sahip bulunan mucize, hile ve illüzyona dayanan sihirbazlıktan farklı olarak hayrete düşürüp etkilemenin öte­sinde bir iyiliğin ya da faydanın meydana gelmesine hizmet eder.

Özellikle Asya, Avustralya ve Kuzey Amerika’daki ilkel toplumlarda dinî-karizmatik kişilerin kötü ruhların etkisi al­tında bulunan insanları iyileştirdiğine ve bu çerçevede çeşitli olağan üstü haller gösterdiğine dair pek çok rivayet söz ko­nusudur. Şaman, otacı veya büyücü diye adlandırılan bu kişilerin, belli teknikler kullanmak ve belli aşamalardan geçmek suretiyle ilâhî güçle bağlantıya girdikleri­ne ve birtakım olağan üstü yetenekler el­de ettiklerine inanılmaktadır. Ateşten ve aşırı soğuktan etkilenmeme, keskin nes­neler üzerinde yürüme, hastalıkları iyileş­tirme ve yağmur yağdırma bu kabiliyet­lerin başında gelir. Genelde şaman veya otacılarla büyücüler arasında yetenekleri ve kullandıkları teknik açısından fark gö­rülmezken ortaya konulan fiilin mahiyeti ve sonuçlan bakımından belli bir ayırıma işaret edilir. Şaman veya otacıların sergi­lediği olağan üstü fiiller [iyileştirme, be­reket verme vb]  beyaz (iyi) büyü”, büyü­cülere nisbet edilenlerse [hastalık, ölüm vb] “kara (antisosyal) büyü” şeklinde ad­landırılır. Eski Yunan’da felâketleri önceden haber veren ve has­talıkları mucizevî şekilde iyileştiren gez­gin – karizmatik kişilerin varlığından bah­sedilir. Bu anlamda çeşitli kaynaklar Pİ-sagor’u filozof şahsiyetinin yanı sıra kâ­hin olarak nitelendirir.

Uzakdoğu dinlerinde Zerdüştîliğin kut­sal kitabı Gathalar’da mucizenin yer al­madığı, Konfüçyüs’ün tabiat üstü hadise­lerle fazla ilgilenmediği ve Taoizm’in ku­rucusu kabul edilen Lao -Tse’nin her türlü büyü tekniğine ve mucizeye karşı olduğu belirtilmektedir. Buda. mucize yeteneğini aydınlanmaya (nirvana) ulaşmak için ge­rekli olan meditasyonun tabii bir sonucu gibi görmekle beraber bu gücün ortaya konmasını gerekli ve önemli kabul etme­miş, bu hususta teşvik edici davranma­mıştır. Bununla birlikte söz konusu dinî liderlere sonraki dönemlerde şahsiyetle­rini yüceltici mahiyette mucizeler atfedii-miştir. Özellikle Buda’nın, muhataplarını ikna etmek için havada yürüme, vücu­dundan ateş çıkarma, organlarını kesip tekrar yerine koyma, ölüyü diriltme gibi mucizelerinden bahsedilir. Budizm’in Çin’e yayılmasından sonra Budist din adamları, misyoner faaliyetlerinin bir par­çası olarak mucizevî fiillere sıkça başvurmuşlardır. Dolayısıyla Zerdüşt, Taoist, Bu­dist ve Hindu geleneklerinin hepsi muci­zeyi benimsemekte ve temsil edilen dinin doğruluğu konusunda insanları ikna et­mek amacıyla gösterilen birbirine benzer mucizeler her geleneğe ait literatürde yer almaktadır.

Monoteist dinlere has mucize anlayışını diğer dinlerdekinden ayıran en Önemli hu­sus, onun kazanılmış bir şey olmayıp or­taya çıkış sebebi ve şekli bakımından Tan-n’nın iradesiyle doğrudan bağlantılı bu­lunduğu yolundaki inançtır. Bu dinlerde mucize, insanın metafizik alana ulaşma ve olağan üstü güç elde etme çabasının neticesinde ortaya çıkan bir durum veya yetenek değil Tanrı’nın kendi gücünü ve İradesini insanlara gösterme, onları bu yolla deneme iradesinin bir tezahürüdür. Mucize kavramı, özellikle aydınlanmacı modern bilim mensupları tarafından ta­biat düzeninin ihlâli anlamında kabul edilemez görülürken yahudi ve hıristiyan anlayışında Tanrı’nın varlığı ve kâinat üze­rindeki otoritesinin özel delili şeklinde ta­nımlanmıştır.

İsrâiloğullan’nın dininde ve genel ola­rak yahudi inancında mucize, Tanrı’nın insanlar üzerindeki gücünü ve iradesini ortaya koymak için tarihe müdahale et­mesi diye anlaşılmıştır. Buna göre muci­zevî hadise bazan Tann’nın iradesinin de­lili, bazan da sonucu olmaktadır. Meselâ Hz. Musa’ya verilen asâ, beyaz el ve on fe­lâket mucizeleri ilk grup için­de yer alırken Kızıldeniz’in yarılmasıyla İsrâiloğullan’nın Firavun’dan kurtulması ve çölde kendilerine gökten men ve selva indirilmesi Tanrı’nın İsrail kavmiyie ilgili iradesinin tahakkukudur.

Eski Ahid’de mucize için iki farklı grup kelime kullanılır. Aynı kökten gelen pele’ ve nifla'(ot) Tanrı’ya atfedilen “harikula­de şeyler veya işler” anlamına gelir. Daha ziyade peygamber­likle bağlantılı biçimde kullanılan ‘ot(ot) ve mofet(im) işaret, ke­hanet” demektir. Hz. Musa’nın yılana dö­nüşen asâsıyla ilgili olarak Tevrat’ta mofetim yer almakta, Firavun’un sihirbazla­rının yılan gibi görünen sopaları ise leha-tim (hile, büyü) kelimesiyle ifade edilmek­tedir. Fakat zaman zaman yalancı peygamberlerin de Tann’nın dile­mesiyle mucizevî fiiller gösterdiğini ka­bul eden Eski Ahid teolojisine göre tek başına mucize bir iddianın doğruluğunu ispatlamaya yetmez. Tanrı’nın her şeyi yapabilme gücünü tartışmasiz kabul eden Eski Ahid’de muci­zeler dahil olmak üzere yaratılışla ilgili her fiil ve hadise Tann’nın takdiriyle bağlan­tılı görülmektedir. Tevratta muci­ze bazan yeni bir yaratma dolayısıyla daha önce görülmemiş olağan üstü bir hadise bazan da beklenmedik fakat tabii bir olay diye ortaya konmaktadır.

Talmud’da genellikle mucizenin, özel­likle de Eski Ahid’de yer alan mucizelerin varlığı ve doğruluğu tartışmasız kabul edilmekle birlikte gücü konusuna fazla Önem atfedilmediği görülür. Rabbilere göre mucizeler, yaratılışın en başında Tan­rı tarafından öngörülmüş ya da planlan­mış olup zamanı geldiğinde yaratılmak­tadır. Bir iddianın doğrulan­ması noktasında mucizenin hiçbir şekil­de ölçü oluşturmadığı inancını esas alan ve mucize­lerden medet ummayı yasaklayan Talmud’da yi­ne de pek çok mucize rivayeti yer alır. Fakat pren­sip olarak dönemin rabbileri mucize ça­ğının geçtiğini ve mucize gösterilmesini hak edecek seviyede dindar insanların ar­tık kalmadığını kabul etmiştir.

Mucizelerin Ortaçağ yahudi filozofları tarafından algılanışında, Tevrat’ın gerçek­leriyle felsefi-ilmî doğrular arasında uz­laşma sağlamaya yönelik bir çabanın et­kileri görülmektedir. Tabiat üstü âlemin varlığını kabul eden Neoplatonizm’in tesirindeki yahudi filozofları için mucizenin imkânı fazla problem oluşturmaz. Bü­yük ölçüde Tann’yı tabiat düzeninin üze­rindeki bir güç değil ona tâbi bir ilke ola­rak gören Aristocu çizgiyi benimsemiş yahudi filozofları ise özellikle Eski Ahid’­de yer alan mucizelerin gerçekliğini ta­mamen inkâr etmemekle birlikte konuyu belli şekillerde te’vile çalışmışlardır.

Mutezile kelâmından büyük ölçüde et­kilenen Saadİah Gaon, Tanrı’nın yaratılışa müdahalesi bağlamında mucizeleri ta­mamen imkân dahilinde görmüş, fakat belli bir mucizenin ve dayandığı inanç sis­teminin doğruluğunu tesbitte aklın veri­lerini nihaî ölçü kabul etmiştir. Buna gö­re vahyi destekleyen mucizenin doğru sayılabilmesi için mesajın akılla çelişme­mesi gerekmektedir. Akıl yerine tecrü­beyi esas alan Judah Halevi ise gerek vah­yin akla uygunluğu ilkesini gerekse muci­zenin vahyi destekleme özelliğini reddetmiş, mucizenin bizzat kendisinin bir nevi vahiy olduğunu İleri sürmüştür. Buna gö­re Sînâ vahyinin doğruluğu içerdiği me­sajın akla hitap etmesine değil, Mûsâ ile birlikte bütün İsrail kavminin toplu ola­rak bizzat ve dolayısıyla inkâr edilemez biçimde İlâhî izharı tecrübe etmesine da­yanmaktadır.

Büyük ölçüde Aristocu çizgiyi benim­semiş olan İbn Meymûn, tabiatla mucize arasındaki çelişkiyi aşmak adına tabiat kuralları gibi mucizelerin de başlangıçta yaratılışın sistemine yerleştirildiği, dola­yısıyla baştan itibaren Tann’nın bilgisi ve iradesi dahilinde yer aldığı şeklindeki rab-binik tezi kabul etmiştir. Ona göre tabiat kuralları ve mucizeler tek bir yaratılış içinde birlikte İşlemekte olup biri sıradan ve genel geçer, diğeri ise özel ve bir defalık oluşumlara işaret etmektedir. Di­ğer bir ifadeyle mucize sırasında eşyanın tabiatı değişmemekte. fakat başka bir prensip devreye girmektedir; meselâ Kı-zıldeniz’İn yarılması sırasında rüzgâr fak­törünün devreye girmesi gibi. Bu mâna­da İbn Meymûn, Musa’ya verilen muci­zelere belli bir üstünlük atfederken Eski Ahid’de zikredilen birçok mucizenin me­cazi anlamını esas almıştır. Mucizeye at­fedilen vahyi destekleme işlevini redde­den İbn Meymûn İsrâiloğulları’nın Mûsâ şeriatını kabul etmesindeki asıl sebebin Sina’da ortaya konan mucizelerden ziya­de vahyin kendisinin olduğunu ileri sür­müştür.

İbn Meymûn’un karşısında yer alan kab-balist Nahmanides, mucizevî fiilleri tabiat düzeni içindeki bir defalık oluşlar değil ta­biat üstü düzleme ait ve değişmez ger­çeklikler şeklinde anlamıştır. Benzer şe­kilde mucizeyi “tabiat üstü düzene ait mutlak bir oluş” diye tanımlayan Hasdai Crescas da, tabiat kurallarının Tanrı ta­rafından dolaylı biçimde, devam eden bir süreç içinde ve sınırlı bir güçle, mûcize-ninse doğrudan özel bir oluş içinde ve sı­nırlandırılmamış bir güçle ortaya kondu­ğunu söylemiştir.

Modern yahudi filozofları içinde gene! anlamda rasyonalist denebilecek grupla geleneksel görüşe daha yakın duranlar arasında vurgu farkı söz konusudur. İlk modern yahudi filozofu olarak nitelendi­rilen Spinoza aşkın bir ilâh fikrini reddet­tiği için vahyin yanı sıra mucizeyi de im­kân dışı kabul etmiştir. Tanrı ile tabiat arasında tam bir özdeşlik gören Spinoza’-ya göre tabiatı aşan veya onunla çelişen bir mucize fikri kendisinin anladığı mânada Tanrı kavramı ile de çelişir. İnsan aklını ve evrensel tabiat kurallarını bilginin temeli sayan Spinoza mucizeyi sa­dece imkânı değil işlevi açısından da red­detmiştir. Buna göre Tann’nın varlığına ancak tabiat kanunlarının sağladığı ke­sinlikten hareketle ulaşmak mümkündür. Bu kanunları aşan veya ihlâl eden mucize tabiatla ve dolayısıyla Tann’yla ilgili bilgi­mizi şüphe konusu haline getirir.

Gerek Ortaçağ’da gerekse modern dö­nemde mucizenin mahiyet ve imkânını açıklamaya çalışan yahudi filozofları ge­nellikle şu üç hususa dikkat çekmiştir:

1. Mucize, tabiat kurallarıyla çelişmek bir yana ancak tabiat kurallarının olduğu yerde anlam taşımakta ve sunduğu açık delille tabiat kurallarının arkasındaki gizli mucizeyi ve asıl sebebi ortaya çıkarmak­tadır.

2. Sadece belli olaylar üzerinde bir defalık ve geçici bir değişiklik yaratmak­ta, eşyanın süreklilik arzeden tabiatını de­ğiştirmemektedir.

3. İnsan iradesine da­yanan ve ilâhî takdire meydana okuma sonucuna hizmet eden büyünün aksine Tann’nın otoritesine bağlı olarak ortaya çıkmakta ve ilâhî takdiri ispatlamayı ga­ye edinmektedir.

Hıristiyanlık’ta da doğrudan Tann’nın gücü ve İradesiyle bağlantılı görülen mu­cize izleyenin üzerinde hayret uyandır­manın ötesinde Tann’nın varlığına, gücü­ne ve takdirine yönelik ilâhî tezahürü ve bu noktada muhatapların bilgilendirilme­sini amaçlamaktadır. Yeni Ahid’de muci­ze karşılığında başlıca terata,  dunameis ve semeia kelimeleri kullanılır. Bu kelimeler mucize kavramının birbiriyle bağlantılı üç boyutuna, mucizenin yarat­tığı harikulade hal (terata). mucizenin or­taya çıkmasını sağlayan tabiat üstü güç (dunamis) ve mucizenin nihaî gayesi olan delil (semeion) olma vasfına işaret etmek­tedir. Özellikle îsâ Mesih’in mucizeleri söz konusu olduğunda Grekçe erga (işler) ke­limesi de Yuhanna İncili’nde sıkça kulla­nılmaktadır. Yeni Ahid’de îsâ’ya atfedilen mucizeler fizikî ve ruhî hastalıkları iyileştirme ve ölüleri diriltme şeklin­de ortaya çıkmaktadır. Ayrıca su üzerinde yürüme fırtınayı dindirme, görünmez olma  ve kalabalıkları doyurma gibi tabiatın işleyişiyle ilgili muci­zelerin yanı sıra rüya, vizyon, vahiy ve dua yoluyla Tanrı ile iletişim kurma, telepatik güç ve kehanet gösterme de İsa’nın mu­cizelerinin önemli bir parçasını oluştur­maktadır. Bilhassa îsâ’nın göğe yükselmesinden sonra benzer mucizeler, bu konuda onun özel emrine ve inayetine mazhar olan havarilere de nisbet edil­mektedir. Bunun yanında hıristiyan olma­yanlardan bilhassa iyileştirme bağlamın­da îsâ adına mucize gösterenlerden bah­sedilmektedir. FakatYeni Ahid’de yer alan en büyük mucize, aynı zamanda hı­ristiyan teolojisinin de merkezinde bulu­nan Tann’nın enkarnasyonu olan îsâ Me-sîh’in dirilmesi ve göğe yükselmesidir. Bu açıdan bakıldığında Yeni Ahid’de gerek îsâ’ya gerekse havarilere atfedilen bütün mucizeler aslında eskatolojik bir mâna taşımakta, diğer bir ifadeyle îsâ’nın şah­sında ortaya çıkan ilk mucizenin devamı olarak Tanrı krallığının gelişini müjdele­mektedir.

Ortaçağ’ın önemli hıristiyan teologla­rından Thomas Aquinas, bir hadisenin mucize kabul edilebilmesi için ya özü ya sonucu veya yapılış biçimi itibariyle tabi­at üstü bir güce dayanması gerektiğini söylemiş, örnek olarak da İsrail Kralı He-zekiyel zamanında Tann’nın emriyle gü­neş ışınlarının on derece geri alınması îsâ tarafından ölülerin diriltilmesi ve hasta­ların iyileştirilmesi olayla­rını göstermiştir. Aziz Thomas’a göre Tanrı, in­sanlara kolaylık sağlamak maksadıyla ge­nellikle tabiat kuralları doğrultusunda ira­desini tecelli ettirmekle birlikte zaman zaman ilâhî takdiri ve lutfu gereği tabiat üstü hadiseler de meydana getirmekte­dir. Fakat Tann’nın her halükârda tabiat kanunlarına göre hareket edeceği şeklin­de bir zorunluluk söz konusu olmadığın­dan bu O’nun kendisiyle çeliştiği anlamı­na gelmemektedir. Ayrıca Tanrı birinde dolaylı, diğerinde doğrudan hem tabii hem tabiat üstü hadiselerin arkasındaki asıl sebeptir. Onun için ilk dönem kilise babalarından Aziz Augustine mucizelerden “Tanrı’ya nisbetle tabii ha­diseler” diye bahsetmiştir, zira mucize ta­biata değil tabiat hakkında bilinen şeye zıt düşmektedir.

Hıristiyan inancına göre de mucizeyi gerçekleştiren asıl kuvvet Tanrı olup meleklerin veya azizlerin gösterdiği mucize­lerde melek veya aziz sadece araç göre­vi yapmaktadır. Bu sebeple Yeni Ahid’de mucizeyle İlgili “Tanrı’nın parmağı” veya “Tann’nın ruhu” gibi ifa­deler kullanılmaktadır. Ancak sadece iyi­liğe sevkedid özelliğe sahip bulunan mu­cize aracı konumundaki şahısların iyi ve­ya kutsal olmasını gerektirmemektedir. Genellikle mucizeler kutsal erkek veya ka­dınlardan sâdır olup onların bu yönüne işaret etse de aslında kötü olan, fakat isa’nın mesajını tebliğ eden bir kişi de za­man zaman mesajını doğrulamak üzere mucize gösterebilmektedir. Saint Pavlus tarafından şeytana veya deccâle atfedilen mucizeler “yalancı mucize” diye nitelendirilmekte ve Tanrı’nın hiçbir şekilde yanlışa sevkedici mucize ya­ratmayacağına inanılmaktadır. Bu noktada yahudi inancında yalancı peygamberlere atfedilen mucize fikriyle hıristiyan teolojisindeki yalancı mucize kavramının İslâm geleneğinde yer alan is-tidrâc ile karıştırılmaması gerekir. Yahudi inancında konu, Tanrı’nın İsrâiloğulları’nı denemek maksadıyla başka tanrılara iba­det etmeye çağıran sahte peygamberlere mucize gösterme yeteneği vermesi şek­linde anlaşılmaktadır. Hıristiyanlık’ta ise yanlışa sevkeden kişilerin gerçek anlam­da mucize ortaya koyamayacağı ileri sü­rülmekle birlikte şeytanın da gerçek gibi görünebilen bazı harikuladelikler göster­me gücüne sahip olduğu kabul edilmek­tedir. Bu iki inanıştan farklı şekilde İslâm’ın öngör­düğü istidrâc kavramı, Tanrı’nın kötüleri helak etmeden önce son bir işaret olarak onlar üzerinden bazı harikuladelikler or­taya koymasını ifade etmekte, dolayısıy­la ne kaynağı itibariyle Tanrı’dan başka bir güce atfedilmekte ne de insanları de­nemek adına ortaya konduğu ileri sürül­mektedir.

Mucizenin imkânı konusunda günü­müzde üç büyük hıristiyan mezhebi ara­sında görüş ayrılığı mevcuttur. Mucize geleneği Katolik ve Ortodoks Hıristiyan­lık’ta kesintisiz biçimde devam etmekte, kötü ruhlardan arındırma ve tedavi tek­nikleri her iki mezhebin âyin kitaplarında yer almaktadır. Ayrıca Hıristiyanlık tarihi boyunca azizlerle bağlantılı olarak pek çok mucize rivayet edilmiştir. Özellikle Ka­tolik kilisesi kendi bünyesinde mucize gös­terme yetisinin devam ettiğini kabul et­mektedir. Bazı farklı görüşlerin var­lığına rağmen genel Katolik anlayışına gö­re eskisi kadar değilse de putperest mil­letlerin kazanılması ve hıristiyan imanı­nın diriltilmesi noktasında mucizeye hâlâ ihtiyaç duyulmaktadır. Bununla birlikte Katolik kilisesi, imanın bir parçası olan İn­cil kaynaklı mucizelerle iman konusu ol­mayan kiliseye ait mucizeler arasında ayı­rım yapmaktadır. Ayrıca kendi dışındaki kiliselerde ve hatta diğer dinlerde de ha­kiki mânada mucizelerin gerçekleşebile­ceğini kabul eden Katolik kilisesi, kendi­sini Tanrı katındaki tek meşru temsilci diye gördüğü için bu nevi mucizelerin di­ğer dinleri tamamen doğruladığına değil sadece Katolik doktrinle çelişmeyen nok­taları teyit ettiğine inanmaktadır.

Reformasyon sırasında Martin Luther ve John Calvin mucize çağının havarilerle birlikte sona erdiğini ilân etmiş, Protes­tanlığın daha sonra rasyonalist ve mater­yalist akımların etkisine girmesiyle birlik­te mucize konusu gündem dışı kalmıştır. XX. yüzyılın başlarında akademik Protes­tan çevrelerinde hıristiyan pratiğinin ta­mamen ahlâkî bir konu özelliği taşıdığı, gerek Tanrı’nın gerekse semavî âlemin insan hayatı üzerinde fazla etkili olmadı­ğı düşüncesi benimsenmiş; Eski ve Yeni Ahid metinlerine dair yapılan tenkit ça­lışmaları doğrultusunda mucize pasajla­rı mitoloji kapsamında değerlendirilmiş­tir. Rasyonalist akım, Protestan teolog Rudolf Bultmann’ın eserlerinde görüldü­ğü gibi Yeni Ahid’de yer alan mucizeleri şüphe konusu yapan ve benzer hadisele­rin günümüzde de cereyan edebileceğini reddeden liberal Hıristiyanlığı büyük öl­çüde etkilerken mucizelerin îsâ dönemi­ne ait olup bugün geçerli sayılamayacağı­nı söyleyen muhafazakâr Hıristiyanlık da genel eğilimden payını almıştır.

Moderniteyle birlikte mucizenin imkâ­nına yöneltilen eleştiriler hem ilmî hem felsefî karakter taşımakta ve genelde ateist düşünürlerden veya mucizeyi ta­biat düzeninin değişmezliği ilkesine ay­kırı gören deistlerden gelmektedir. Kökü Grek felsefesine ve bilhassa Aristo düşün­cesine dayanan ve XIX. yüzyıl ile XX. yüz­yılın başlarında Batı’daki akademik çev­releri büyük ölçüde etkileyen rasyonalist materyalizm bütün tecrübeyi maddî rea­liteden ibaret görmüş ve gerçekliğin beş duyu organıyla tecrübe edilmeyen veya objektif olarak ispati anam ayan bir yönü­nün bulunabileceğini reddetmiştir. Bu se­beple manevî realite birer yanılsamadan ibaret görülüp mucize adına ortaya konan fiiller hurafe ya da büyü kapsamında de­ğerlendirilmiştir. Dine ve özellikle gele­neksel mânada mucize anlayışına yönelik en ciddi rasyonalist tenkit David Hume’-dan gelmiştir.

XX. yüzyılın ortalarından itibaren teo­rik fizik tabiatta olup biten her şeye nihaî cevap sunma noktasında eski iddiasını kaybetmiş, materyalist düşüncenin etki­sinde kalmayan ve paranormal tecrübe­yi bilimsel araştırma konusu yapan yeni bir akım ilmî çevrelerde yayılmaya başla­mıştır. Bu süreçten olmak üzere Werner Heisenberg. Tanrı ve ruhla ilgili gelenek­sel tanımların realiteye yüksek seviyede­ki fiziğin tanımlamalarından daha yakın olabileceği şeklindeki açık dünya tezini ileri sürmüş. Kurt Gödel, Thomas Kuhn. Andrevv Greeley ve Cari Gustav Jung’un sırasıyla matematik, bilimsel teori, mo­dern antropoloji ve parapsikoloji alanla­rındaki çalışmaları materyalist determi­nizmi şüphe konusu haline getirmiştir. İnsanın beş duyu dışındaki vasıtalarla da ispatlanabilir bilgi edinebileceğinin kabu­lü ile mucize üzerine bilimsel çalışma yap­manın imkânı doğmuş, fizikî sebeplilik il­kesinin dünyadaki bütün olayları açıkla­yamayacağını ileri süren ve gerçekliğin fi­zik dışı ya da psikomânevî bir boyuta da sahip olduğunu ve gerçekliğin bu iki bo­yutu arasında belli bir münasebet oldu­ğunu ileri süren Jung’un “bağlantılılık teorisi”yle mucize­ler, gerçekliğin fizik dışı boyutuna ait ha­diseler kapsamında değerlendirilmeye başlamıştır.

Öte yandan moderniteye karşı ortaya çıkan fundamentalist akımlar ve Yeniçağ hareketi, mucizeye yönelik yeni bir ilginin doğmasına ve konunun felsefi / teolojik düzlemden pratik düzleme (günlük hayat) taşınmasına yardım etmiştir. Nitekim Hinduizm ve Budizm gibi Asya dinlerin­den doğup bir Protestan oluşum olan hı­ristiyan bilimi tarafından benimsenen ve Batı’da gittikçe taraftar toplayan bir gö­rüşe göre esasında maddî realite yanıl­samadan ibaret olup kişi bunun farkına vardığında mucize denilen şey ortaya çık­maktadır. Ayrıca günümüzde mucize kavramı ve mucizevî tedavi metotları Evangelikve Karizmatik Hıristiyanlık gibi mu­hafazakâr Protestan grupları arasında büyük ilgi görmektedir. Ancak akademik ve dinî çevrelerde yaşanan bu gelişme­lere rağmen mucize Batı’da bilimsel açı­dan hâlâ tartışmalı bir konu olmaya de­vam etmektedir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski