Muhammed Abduh -Dini Düşüncesi, Görüşleri- Hakkında Bilgi,

Muhammed Abduh, özellikle hayatının son döneminde İslâmî ilimler ve uzun vadeli hedefler üzerinde yoğunlaşmıştır. Kısa otobiyografisinde, sıraladığı temel hedeflerinin başında dü­şüncenin taklit zincirinden kurtarılması ve dinin henüz ihtilâfların çıkmadığı dö­nemde Selefin anladığı metotla ve ilk kaynaklarından hareketle anlaşılması ge­reğine vurgu yapar. Bu arada dinle akıl ve ilim arasındaki yakın İlişkiye temas eder. İtikadı Asr-ı saadette olduğu gibi saf hale ge­tirmenin yanında akıl ve ilimle ilişkisini güçlendirerek değişen dünya şartlarında dinin rolünü tekrar etkinleştirmeyi amaç­layan Abduh, kelâm ekolleri arasındaki teolojik ihtilâflar ve teorik tartışmalar üzerinde durmanın gereksiz olduğunu, Allah’ın zâtı yerine O’nun mahlûkatı üze­rinde düşünmenin hem dinin emrine hem de insanın ihtiyacına daha uygun düştü­ğünü belirtir. Buna karşılık peygamberlere ve vahye olan ihtiyaca geniş yer verir ve bunu bü­tün büyük dinler ve filozoflar tarafından insanda bulunduğu kabul edilen sonsuzluk(bekâ) isteğiyle insanların cemiyet ha­linde yaşayabilmesi için ahlâk, fazilet ve yüksek değerlere muhtaç olmaları gibi gerekçelere dayandırır. Duyular dışında herhangi bir bilgi kaynağı bulunmadığını söyleyen veya bu konuda mütereddit dav­ranan kişileri cehaletle suçlayan Abduh’a göre vahye karşı olumsuz tavır sergileme­nin sebebi sorumluluktan kaçma isteği­dir. Dinî emirler insanları birtakım nefsânî arzulardan mahrum bıraktığı ve aşırı­lıklardan alıkoyduğu için bazıları dine cep­he almaktadır. Halbuki fert ve toplumun ruh ve beden dengesini gözeten bu emir­lere ihtiyaç bulunduğu aklıselim sahibi herkes tarafından kabul edilmektedir.

Muhammed Abduh kader konusunda tartışmalara girilmesini tasvip etmemek­le birlikte bir kısım ulemânın, kulların fiil­leri hakkında kesb kavramına yer verilme­sini Allah’a şirk koşma şeklinde değer­lendirmesini de doğru bulmaz. Ona göre ameller her durumda kesb ve ihtiyarla gerçekleşir ve Allah’ın ilminin değişmez­liği insanların kendi iradelerini kullanma­larına engel teşkil etmez. Abduh’un insana atfettiği kesb klasik Eş-‘arî anlayışından çok daha geniş bir yetki ve hürriyet içermekte, Mâtürîdî’nin fikir­lerine daha yakın görünmektedir.

Tefrikayı önleyip müslümanları daha gerekli işlere yönelteceği düşüncesiyle Selef metoduna uygun bir akîdeye önce­lik verse de birçok konuda yaptığı yorum­lar ve akılcı yaklaşımları dikkate alındığın­da Abduh’un klasik anlamda bir Selefi olarak değerlendirilmesi isabetli olmaz. M. Reşîd Rızâ onun, kelâmullahın kadîm oluşunu okunan lafzı Kur’an’a da teşmil eden Hanbelî / Selefi görüşe yaptığı eleştiriyi Risaletü’t-tevhîd’m ikinci baskısın­dan çıkarmak istediğini söylemekle bera­ber başka bir yazı­sında bu görüşe muhalefetinde ısrar et­tiği görülmektedir. Nitekim akla yaptığı vurgu ve farklı yorumları sebebiyle bazı şarkiyatçılar onu Yeni Mu’tezile akımının temsilcisi diye kabul etmiştir. Ancak Mu’tezile’ye yönelttiği eleştiriler yanında düşüncesi bir bütün olarak göz önüne alındığında böyle bir değerlendirmenin doğru olmadığı anlaşı­lır.

Muhammed Abduh’un itikadı mesele­lerde bazı tartışmalara sınır getirip bun­ların bilinemeyeceğini belirtmesi ve âlemin kıdemi gibi konularda filozofları tek­fir etmemesi, İngiliz sömürge valisi ve bazı Batılı yazarlar tarafından agnostik veya inançsız olarak nitelenmesine yol aç­mışsa da () onun inkarcı düşünceler hakkındaki görüşü reddiyelerinde açıkça bellidir ve söz ko­nusu yorumların sübjektif olduğu son­raki araştırmalarda ortaya konmuştur.

Tefsir kitaplarında Kur’an’ın ruhuna uy­mayan yorumların ve yanlış bilgilerin yer aldığını, vahyin mesajının gramer kural­ları ve müfessirlerin görüşleri arasında kaybolduğunu, bu yüzden Kur’an’ın top­lum hayatından uzaklaştırılıp ölülere ve hastalara okunan bir metin haline geti­rildiğini, halbuki Kur’ân-ı Kerîm’in birinci önceliğinin insanların ilmî ve ahlâkî sevi­yelerini yükseltip içtimaî durumlarını dü­zeltmek olduğunu belirtir ve fıkhî mese­lelere az yer verilmesini de Kur’an’ın bu Özelliğine bağlar. Ona göre müteşâbih âyetlerin varlığı insanların düşünce ala­nını genişletme gayesine matuftur; kâ­inatı ve canlı varlıkları araştırma çağrısı İslâm dininde hiçbir kayıt ve şarta bağ­lı değildir. Öte yandan Abduh, bütün bir tefsir yerine günün ihtiyaçları doğrultusunda kısmî tefsirlere ihtiyaç bulunduğunu söyler.

Abduh’a göre Kur’an’a ve içindeki amelî hükümlere inanan, fakat diğer bazı gaybî konulan kavramakta güçlük çeken ente­lektüellerin bunlar hakkında kendi İlmî kapasitelerini tatmin edecek te’viller yap­ması imanlarına zarar vermez. Müslü­manların da ilmen sabit olmuş konularda uzmanlarla çekişmesi veya bazı haber-i vâhid rivayetleri doğrulamak için ilimde delili bulunmayan şeyleri savunması doğ­ru olmaz. Bu yaklaşımıyla Kur’an ve ilim arasında uzlaştırma çabalarına büyük önem verir ve bazı âyetleri kendi zama­nındaki bilim anlayışına ve bilimsel verile­re göre yorumlamaya çalışır. Nitekim Tefsîrü’l’Menûr’da Abduh’a atfen tabiat üstü varlıkların ve mucizelerin izahıyla il­gili farklı tevillere yer verilmiştir. Bunlar arasında cinlerin mikropların bir cinsi ola­bileceği, Ebrehe ordusunu taşlarla helak eden kuşların hastalık taşıyan sinekler şeklinde anlaşılabileceği, insanların sade­ce Hz. Âdem’den değil ırklarına göre çe­şitli insan orijinlerinden geldiklerinin dü­şünülebileceği, Hz. Meryem’in îsâ’ya ba­basız hamile kalmasının çocuk sahibi olacağına dair ilâhî habere kuvvetli imanı­nın oluşturduğu psikolojiyle izah edilebi­leceği şeklinde yorumlar bulunmaktadır.

Muhammed Abduh ictihad ruhundan uzaklaşmanın, nasların hikmet ve mak­satlarından çok lafız ve şekil unsuruna önem verilmesinin olumsuz sonuçları üzerinde ısrarla durur; fıkhın otoritesi­nin ve müslümanlar arasındaki bilimsel iş birliği anlayışının yeniden tesis edilme­sini sağlayacak kolektif çalışmalar yapıl­ması gerektiğini savunur. Mısır müftüsü iken verdiği fetvalarda tek bir mezhebin sınırlan için­de kalmayıp maslahat prensibine özel önem atfeden Abduh’a göre sigorta ve tasarruf sandıkları mudârebe akdi çer­çevesinde caizdir. Uzun süreli hapis, kay­bolma, geçimsizlik, hastalık gibi durum­larda mahkeme kararıyla kadına boşan­ma hakkı doğar. Birden fazla kadınla ev­lenme izni yöneticiler tarafından kaldırıla­bilir. Kutsama ve yüceltme vesilesi kılın­mamak şartıyla resim ve heykel yapılabi­lir. Kabirlerin üzerine bina, kubbe ve tür­be inşa ederek bunları ziyaretgâh haline getirmek caiz değildir. Muhammed Ab­duh, “Transvalya” adıyla meşhur olan fet­vasında da şapka vb. kıyafetleri giyme­nin, kesim şekli kendi dinlerine uygun olduğu sürece Ehl-i kitabın kestiklerini yemenin ve farklı mezhebe mensup imamın arkasında namaz kılmanın caiz ol­duğunu ifade eder. Ab­duh’un bu tür fetvalarında mezhepler üs­tü veya onları uzlaştıran bir yaklaşım or­taya koyması zamanındaki bazı muhafa­zakâr âlimlerin tepkisini çekmiştir.

Şeyh Dervîş ile yaşadığı tecrübenin et­kisiyle tasavvufun maneviyatı güçlendir­me ve nefsi terbiye etmedeki rolünün farkında olan Abduh sûfîlerin fukaha ta­rafından takibata uğratılıp sindirilmesini yanlış bulur. Kendisi de Şâzeliyye tarika­tına intisap etmekle birlikte çeşitli tari­kat mensupları arasında yaygınlaşan Al­lah ile kul arasında tevessül, hulul veya şeyhten el alma gibi anlayışları tenkit et­miş, Sa’diyye gibi tarikatların çalgılı ve yüksek sesli zikir meclislerine karşı çık­mış, bunların naslarda bir delilinin ve Asr-ı saâdet’te uygulamasının bulunmadığını söylemiştir. Ayrıca felsefî tasavvuf görüş­lerinin halka ulaşmasını da uygun bulmamış, bu sebeple basın yayın kontrolünden sorumlu olduğu yıllarda İbnü’I-Arabî’nin el-Fütûhâtü’î’Mekkîyye gibi eserlerinin basılmasına sadece ehli tarafından oku­nabileceği gerekçesiyle izin vermemiştir.

Muhammed Abduh İslâm filozofları­nın, Kur’an ve Sünnet’in teşvikleri doğ­rultusunda sanatı geliştirip kâinatın sır­larını ve mutluluğa giden yolları keşfet­me konusunda diğer din mensuplarına göre daha özgürce hareket edebildikleri, ancak Yunan düşüncesine ve özellikle Ef­lâtun ve Aristo’ya hayranlık ve taklit de­recesinde bağlılık gösterip din âlimlerinin tepkisini çekecek kadar ilahiyat sahasın­daki tartışmalara girmekle hataya düştük­leri, böylece ilim ve medeniyetin gelişme­sine yapabilecekleri katkıyı azalttıkları ka­naatindedir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski