Mukabele Bilmisil Nedir, -İslamda- Ne Demek, Hakkında Bilgi

İslâm hukukunda misliyle kar­şılık verme türleri yukarıda işaret edilen ve farklı bir milletler arası hukuk süreci so­nunda oluşan mukabele bi’l-misl, misilleme ve karşılıklılık şeklindeki ayırım çerçvesinde ele alınmamakla birlikte bunları  da kapsayacak daha geniş bir yelpazeı incelenmiştir. Ayrıca İslâm hukukçuların ın mukabele bi’l-misl kavramına iç hukukla ilgili birçok düzenlemenin fikrî temellerini izah ederken sıkça başvurduğu görülür.

Kur’ân-ı Kerîm haksızlık ve tecavüzlere denk bir ceza ile karşılık verilmesi üzeriı de önemle durur. Hudeybiye Antlaşma öncesinde müslümanların Mekke’ye un re için gitmelerinin engellenmesi üzerin nazil olan, “Dokunulmazlıklar karşılıklıdıı kim size saldırırsa siz de ona size yaptığı saldırının misliyle saldırın. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah sakınanlarla beraberdir” [Bakara 2/194] ve Uhud’da Hz. Hamza’nın şehid edilip kendisine müsle yapılmasına karşılık Hz. Peygamberin de onlara bu şekilde muamele edeceğini belirtmesi üzerine inen, “Eğer ceza verecekseniz size yapılan eziyetin misliyle ceza verin. Eğer sabrederseniz elbette bu sab­redenler için daha hayırlıdır [Nahl 16 126] mealindeki âyetlerle, “Bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür. Kim bağış­lar ve barışı sağlarsa onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu Allah zalimleri sevmez [Şûrâ 42/40] ve, “Kim kendisine yapılan ezi­yetin misliyle karşılık verir de sonra ken­disine yine saldırılırsa Allah ona mutlaka yardım edecektir. Allah çok bağışlayıcı ve mağfiret edicidir [Hac 22/60] mealin­deki âyetler mukabele bi’l-misl kavramı­nın Kur’an’daki dayanaklarıdır. Bu âyetler­de saldırıya verilen karşılığın saldın, uğra­nılan bir eziyete verilen karşılığın eziyet ve yapılan kötülüğe verilen karşılığın kötülük diye anılmasının Arap dilindeki “mukâbeletü’l-kelâm bi-mislih” kuralı çerçevesin­de mecazi birer anlatım olduğu ve aslın­da bu ifadelerin anılan türden karşılıkla­rın meşruiyetini gösterdiği belirtilmiştir. Öte yandan bu naslarda, yapılan bir kötülüğe ve uğranılan saldırıya karşılık verilmesi meşru kabul edilmekle birlikte bu yola başvurmamanın tavsiye edilmesi dikkat çekmektedir. Bu âyetler, gerçekleşmiş bir tecavüz ve haksızlık durumundan söz et­mekle birlikte, diğer tarafın hıyanet edip antlaşmayı bozacağı yönünde kuvvetli emarelerin bulunması halinde anlaşmanın bozularak bunun kendilerine bildirilece­ğini hükme bağlayan âyet,[Enfal 8/58] tecavüzden önce mukabele bi’l-misl ted­biri almanın meşruiyetine dayanak olarak görülmüştür. Hz. Peygamber’in tatbikatında muka­bele bi’I-misl örneklerine sıkça rastlanır. Bunlardan bazıları şöyledir:

1. Kürz b. Câbir el-Fihrî, müslüman olmadan önce  2. yılın Rebîülevvel ayında (Eylül 623) Mekkeliler’den oluşan bir çeteyle Medine’nin kenar mahallelerine saldırıp bazı insanları öldürerek mallarını yağmalamış ve sürü­lerini alıp götürmüştü. Durumu öğrenen Resûlullah küçük bir birliğin başında biz­zat kendisi onun peşine düşmüş, birkaç günlük takipten sonra Sefevân vadisine kadar gidildiği halde Kürz’ü yakalamak mümkün olmamış ve geri dönülmüştür. Buna İlk Bedir Gazvesi veya Sefevân Gaz­vesi denir.

2. Bedir Gazvesi’nden bir ay sonra Medine’ye hicret etmekte olan Hz. Pey­gamber’in kızı Zeyneb’e rastlayan Hebbâr b. Esved onu rahatsız ederek deveden düşmesine ve karnındaki çocuğu kaybet­mesine sebep olmuş, bunun üzerine Resûl-i Ekrem Hebbâr’ı yakalayıp cezalandır­mak için bir askerî birlik göndermiş, fa­kat Hebbâr yakalanamamıştır.

3. Ebû Süfyân, Bedir mağlû­biyetine karşılık vermek amacıyla 200 sü­variyle birlikte Medine’ye gelmiş, çevre­deki bir hurmalığı yakıp ensardan bir ki­şiyi ve müttefikini öldürmüştü. Hz. Pey­gamber bir birlikle onun peşine düşmüş, Karkaratülküdr denilen yere kadar gidip kimseyi bulamayınca geri dönmüştür. Bu sefer Sevik Gazvesi diye anılır.

4. Benî Kurayza yahudileri Hendek Gazvesi sırasında Kureyş ve müttefikleriy­le iş birliği yaparak Resûl-i Ekrem’le olan antlaşmalarını bozdukları için savaştan hemen sonra bertaraf edilmişlerdi.

5. Aynı savaşta müttefik ordusuna destek veren Benî Esed kabilesine karşı Ukkâşe b. Mihsân kumandasında Gamre’-ye gönderilen seriyyenin amacı da misil­leme idi.

6. Hz. Peygam­ber’in mektubunu Bizans hükümdarına götüren Dihye b. Halîfe el-Kelbî dönüşte Benî Cüzam kabilesinin saldırısına uğra­yarak soyulunca Resûlulllah bu kabile üze­rine Zeyd b. Harise kumandasında bir bir­lik sevkedip suçluları cezalandırmıştı.

Saldırı hazırlıkları yapıldığı öğrenilince beklemeden mukabele bi’l-misl yoluna gi­rildiği de görülmektedir. Uhud Savaşı’nda müşriklerin galip gelmesi bazı kabileleri müslümanlara karşı cesaretlendirmişti. Be­nî Esed kabilesinin Medine’ye baskın ya­pacağını haber alan Resûlullah, Ebû Sele­me el-Mahzûmî kumandasında 150 kişilik bir seriyye göndermiş, seriyye Benî Esed’in çobanlarını esir alarak sürülerini ele geçi­rince kabile mensuptan çatışmayı göze alamayıp geri çekilmiştir. Kureyş’i destekleyen Benî Lihyân ka­bilesi reisi Hâlid b. Süfyân’ın Uhud Savaşı’nın hemen ardından Hz. Peygamber’e karşı komşu kabilelerden asker topladığı öğrenilince Resûlullah, Abdullah b. Üneys el-Cühenfyi kabile reisi Hâlid b. Süfyân’ı öldürmekle görevlendirmiş, o da görevini başarıyla yerine getirmiştir. Bu olaydan yaklaşık bir ay sonra Adal ve Kare kabilelerine gönderilen altı veya on kişilik öğretici heyeti Recî suyu civarında Benî Lihyân kabilesinin saldırısı­na uğramış, bir kısmı şehid edilmiş, Mek­ke’ye götürülerek Kureyş’e teslim edilen­ler de onlar tarafından öldürülmüştü. Bu olayın ardından Resûlullah misilleme için uygun bir fırsat kollamış ve 5 (626) yılın­da 200 kişilik bir birlikle Benî Lihyân’in üzerine yürümüştür. Bunu haber alan ka­bile dağlara çekildiğinden Hz. Peygamber onların topraklarında iki gün kaldıktan sonra geri dönmüştür. Kureyş kabilesinin müttefiki olan Benî Mustalik’in Medine’ye saldırı hazırlık­ları yaptığı haber alınınca Resûl-i Ekrem onların üzerine yürümüş ve Müreysî mevkiinde yapılan savaşta düşman mağlûp edilmiştir.. 7. yılın Şevval ayında (Şubat 629) Gatafân kabilesinin Medine’ye saldı­rı hazırlığı içinde olduğu öğrenilince Beşîr b. Sa’d kumandasında 300 kişilik bir bir­lik sevkedilmiş, düşman çatışmayı göze alamayıp dağılmış ve müslümanlar ele ge­çirdikleri birçok ganimetle geri dönmüş­tür.

Müslüman hukukçular, gerek iç hukuk gerekse milletlerarası hukuku ilgilendiren konularda mukabele kavramı üzerinde durmuş, mahiyet ve sınırlarını tartışmış­tır. Hakların korunmasına ilişkin birçok tedbir ve düzenlemenin insanın tabiatın­da mevcut karşılık verme duygusuna da­yandığına dikkat çeken Cessâs, borçların yazılmasını tavsiye eden âyetin [Bakara 2/282] uyarısına rağmen bu tür ilişkiler­de bir belge düzenlenmemesi, şahit tutulmayıp rehin alınmaması halinde hak in­kâr edilince insanların diğer tarafa aynı şe­kilde veya daha fazlasıyla karşılık verip onu daha çok zarara uğratabileceğini, sonuçta her iki tarafın bundan maddî ve manevî zarar göreceğini belirtir. Öte yandan fakihler, insan hayatı­na ve vücut bütünlüğüne karşı işlenen ka­sıtlı suçlarda kural olarak suçluya mağdura verdiği zarara denk bir cezanın uygula­nacağını, kısasta eşitliğin esas olduğunu, daha fazlasının saldırgana zulüm sayılaca­ğını, udvân (zulüm, haksızlık) damânında (tazmin) mümâseletin şart olduğunu ve bunun, “Kim size saldırırsa siz de ona si­ze yaptığı saldırının misliyle saldırın. Al­lah’tan korkun ve bilin ki Allah sakınanlar­la beraberdir” mealindeki âyete[Bakara 2/194] dayandığını aynı şekilde gasbedilen malın telefi ve ia­desine imkân bulunmaması halinde mislî ise misliyle, değilse kıymetiyle tazmin edi­leceğini, çünkü gasb damânının i’tidâ (zu­lüm, haksızlık) damanı olduğunu ve bunun da anılan nas gereği [Bakara 2/194] an­cak misliyle meşru sayılacağını ifade eder. Yine fıkıh kitapla­rında meşru müdafaa incelenirken savun­mada zorunluluk ve savunma ile saldırı arasında bir oranın bulunması şartı üze­rinde önemle durulur. Hanbelî ulemâsın­dan İbn Kudâme ev sahibinin, evine izin­siz giren mütecavizi önce sözlü olarak uya­rıp çıkmasını isteyeceğini, eğer çıkarsa kendisine vuramayacağını, çıkmadığı tak­dirde onu defedeceğini bildiği en hafif şeyle kendisine vuracağını, meselâ sopa ile çıkarabileceğini sanıyorsa demir kullana­mayacağını, onu bir darbeyle etkisiz kıl­ması halinde ikinci darbeyi indiremeyece-ğini, kaçması durumunda öldüremeyece-ğini, çünkü asıl maksadın onu tecavüzün­den vazgeçirmek olduğunu söyler.

İbn Kayyim, kısas kavramının temelde mukabele bi’l-misle dayanmakla birlikte verilen zarara aynı şekilde karşılıkta bu­lunmanın kısasın amacına her zaman uy­gun düşmeyeceğine, itlafa her durumda misliyle mukabelede bulunmanın zalim­lerin âdeti olduğuna, bu tür hak ihlâlle­rinden doğan zararların telef edilen şeyin tazminiyle giderileceğine, burada misliyle mukabelenin bütünüyle mefsedet olduğu­na ve meselâ birinin oğlunu öldüren kim­senin oğlunun öldürülemeyeceğine dikkat çeker. Bununla birlikte mal itlafı söz ko­nusu olunca bazı durumlarda mukabele bi’l-mislin caiz olduğu bir kısım âlimlerce kabul edilmiştir. Düşmanın benzer dav­ranışına karşılık olarak ve psikolojik baskı amacıyla mallarının telef edilebileceği, an­cak bir müslümanın, kölesini öldürmesine misilleme olarak düşmanın kölesini öldüremeyeceği veya atını boğazlamasına kar­şılık onun atını boğazlayamayacağı belir­tilmiştir. Böyle bir davranış hak etmeyene yapılan bir zulüm sayılır; bu konuda sünnetteki uygulama benzerin itlafı değil mis­liyle tazmin şeklindedir. Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu, “Zarar verme ve zarara zararla mukabelede bulunma yoktur” prensibiy­le  fukahanın bu doğrultuda geliştirdiği, “Zarar misliyle izâ­le edilemez” kuralı da bunu açıklar mahiyettedir. İbn Kayyim, kişinin kendisine yönelik bir zulmü ve al­datmayı önlemek veya meydana gelmiş­se izâle etmek için tedbir almasının caiz sayıldığını ve izâlesi mümkün değilse mu­kabele bi’l-mislde bulunmasının cevazı ko­nusunda iki farklı durum söz konusu oldu­ğunu belirtir. Eğer eylem, kişiye içki içir­mek veya mahremiyle zina etmek gibi Allah hakkı sebebiyle haram bir fiil ise, yi­ne bir kimsenin diğeri aleyhine yalan söy­lemesi, yalan şahitlik yapması veya iftira­da bulunması gibi günah bir fiil söz konu­su ise mukabele bi’l-misl caiz değildir; ma­lına yönelik bir haksızlık durumunda aynı şekilde karşılık verip veremeyeceği husu­sunda üç yaklaşım mevcuttur. Aşırılığa varan birinci gruba göre meselâ haksızlı­ğa uğrayan kişi diğerinin kapısını sökebi­lir, duvarını yıkabilir, evinin tavanını çöker­tebilir. Tam aksini savunan ikinci grup kar­şılık vermemesi gerektiğini ve mütecavi­zin bir emanet veya alacağı kendisinde bu­lunsa bile ona haber vermeden hakkı ka­darını almasının caiz olmadığını belirtir. Diğer bir grup ise orta yolu tutarak eğer hak sahipliği babalık, çocukluk, eşlik gibi infakı gerektiren açık bir sebebe dayanı­yorsa ona bildirmeden hakkı kadarını ala­bileceğini, hak sebebi karz. mebîîn seme­ni gibi açık değilse ona bildirmeden hak­kını almasının caiz olmadığını ileri sürer. Fakihler bazı akdî borç ilişkileri dolayısıyla da mis­liyle mukabele fikri üzerinde durur. Mese­lâ ribâ konusu işlenirken aynı cinsten mal­ların eşit miktarda olmayan mübadelesi­nin, yani bu konuda mukabele bi’l-misl ger-çekleşmemesinin faize yol açtığı belirtilir. Yine alacaklının zimmetinin cins, sıfat ve eda vakti bakımından borçludaki alacağının misliyle meşgul olması halinde mukabele bi’l-misl olarak borçlunun da zimmetten beri olacağı, karşılıklı borçların düşeceği kabul edilir ki Türkçe’de takas adı verilen bu durum “mukâssa” terimiyle ifade edilir.

İslâm hukukçuları, yabancı tüccardan alınacak gümrük vergisi veya diplomatik temsilcilerin sahip olacakları imtiyazlar konusuyla ilgili olarak da mukabele bi’l-misl prensibini ve sınırlarını tartışmıştır. Hz. Ömer müslüman tüccardan 1/40. zimmîden 1/20 oranında vergi alınmasını is­tediğinde harbîlerin müslüman tüccar­dan ne kadar vergi aldığını sormuş ve 1/10 cevabını alınca onlardan aynı oranda vergi alınmasını emretmişti. Buna göre müs­lüman tüccardan hangi oranda vergi alı­nıyorsa ister tüccar ister elçi olsun getir­diği ticaret malından aynısı alınır; hiç alın­mıyorsa onlardan da alınmaz. Harbîlere bu şekilde davranmanın, kendilerine tanınan can ve mal güvenliğinin amacına ve ticarî ilişkilerin sürdürülmesine daha uygun ol­duğu belirtilmiştir. Serahsî misille­meye yol açacak davranışlardan sakınmak gerektiğine dikkat çeker ve meselâ silâh dışındaki malların düşman ülkesine ihra­cı yasaklanırsa onların da aynı yasağı uy­gulayabileceklerini ve bundan müslümanların zarar göreceğini Şevkânî, onların müslüman tüccardan ver­gi almamaları halinde müslümanların da onlardan almamasının maslahat gereği ol­duğunu, aksi takdirde müslüman tüccar­ların zarara uğrayacağını belirtir. Serahsî bir yerde, harbînin ticaret malının nisab miktarından (200 dirhem) az olması halinde eğer ken­dileri aynı şartlarda müslüman tüccardan vergi alıyorsa onlardan da alınacağını, bir başka yerde ise bu miktarın altında kalan maldan hukuken ve örfen vergi alınma­ması sebebiyle onlardan da alınmayacağı­nı, onlar bu durumda müslümandan alıp haksızlık yapsalar bile müslümanların ay­nısını yapmaması gerektiğini söyler. Me­selâ harbîler müslüman tüccarın elinden bütün malını alsa kendilerine verilen emana aykırı olacağı için aynı muamelenin on­lara yapılamayacağını belirtir. Onların müslüman tüccarın bütün mallarını almaları halinde Hanefî mezhebinde tercih edilen görüşün, müs­lümanların da onların mallarının tamamı­nı değil kendilerini ülkelerine götürecek miktarı bırakıp kalanı almaları, zayıf görü­şün ise aynısını yapmalarını önlemek için mallarının tamamının alınması gerektiği yönünde olduğunu kaydeden İbnü’l-Hümâm emandan sonra böyle bir muame­lenin emanı bozma sayılacağını, harbîle­rin bunu âdet edinmelerinin müslüman­ların da aynısını yapmasını meşru kılmadığını, müslümanların böyle bir davranıştan menedildiğini, nitekim onların, ülkerine emanla giren bir müslümanı öldürmeleri halinde aynısının kendilerine  yapılamayacağını belirtir. Fethu’l-kadîr, II, Bunun gibi mukabele bi’l-misl olars işkence de meşru görülmemiştir. Hz. Peygamber’in, Uhud günü amcası Hz. Hamza’ya yapılanları görünce imkân bulunması halinde müşriklerden otuz kişiye ayn şeyi yapacağına yemin etmesi üzerine nazil olmuş [Nahl 16/126] o da ye için kefaret ödemiştir. Hukukçula işkence konusunda mukabele bi’l-mis uygulanamayacağını  belirtir.  Abdullah Âmir, bir savaş sonrasında Hz. Ebû Bekir’e bir düşman liderinin başını getirdiğinde o bunu hoş karşılamamış. Abdullah onların da müslümanlara böyle yapıldığını söyleyince, “Farslar ile Bizanslıları örnek mi alacağım?” demiştir.

Diplomatik temsilcilerin can ve mal güvenliği konusunda hem İslâm’da hem İslâm’ın zuhuru sırasındaki milletlerarası te karşılıklılık şart koşulmamakla birlikte bunların sahip oldukları malî imtiyazlar, Üa veya gümrük vergisi muafiyetleriyle i olarak da mukabele bi’l-misl konusu gündeme gelmiştir. Elçiler ticaret amacı taşımayan şahsî mallarında gümrük muafiyetine sahiptir. Ticarete gelince Muhamn b. Hasan eş-Şeybânî, gayri müslim devletin kendi elçilerinin ticaret malından şey alınmamasını şart koşması halinde  onların müslüman elçilere yönelik uygulamasına bakılacağını ve eğer bir şey almıyorlarsa ileri sürdükleri bu şartın kabul edilerek uyulması gerektiğini belirtir. Onlar müslüman elçiler için bu şartı kabul ettikten sonra buna uymazlarsa kendi elçileri hakkın müslümanların da bu şartı kabul ettirmesi gerekir; ancak kabul edilmişse onların muamelesine bakılmaksızın ahde vefa gösterilmesi icap eder. Serahsî onlara eman verildiği takdirde buna aykırı davranmaya ruhsat bulunmadığını, onların müslümana verdikleri emana aykırı hareket etmelerinin kendilerine aynı sekile davranılmasını meşru kılmayacağını söyler. Meselâ müslüman rehineleri öldürmeleri halinde karşılık olarak onların rehinelerini öldürmek helâl olmaz. Serahsî, diğer eserine de bu hususa temas ederek düşmanla ya­pılan antlaşmanın garantisi olarak rehine teatisi yapılması ve bir taraf rehineleri öl­dürdüğünde diğer tarafın da aynı uygula­mada bulunabileceğinin hükme bağlan­ması durumunda düşmanlar müslüman rehineleri öldürseler bile düşman rehine­lerinin öldürülemeyeceğini belirtir. Çünkü rehineler suçsuz olup antlaşmaya aykırı davranan onlar değildir. Zira Cenâb-ı Hak kimsenin bir başkasının yükünü çekemeyeceğini, onun yaptığından sorumlu tutu­lamayacağını bildirmiştir.[Fâtır 35/18] An­cak rehineler düşmanın güçlenmemesi için geri verilmeyip zimmî statüsünde bırakı­lır, çünkü bu durumu kendileri de baştan kabul etmiştir.

İslâm’da savaşın meşruiyeti temelde mu­kabele bi’l-misl kavramına dayanmakta­dır. Mekke döneminde müslümanlann sa­vaşmaları, kendilerine yönelik zulüm ve haksızlıklara silâhla karşılık vermeleri ya­saktı. Hicret sırasında bu konuda nazil olan ilk âyette kendilerine savaş açılan müslümanlara uğradıkları haksızlık sebe­biyle savaşma izni verildiği belirtilmekte [Hac 22/39] daha sonraki bazı âyetler­de de savaşı ilk olarak müslümanların de­ğil müşriklerin başlattığı ifade edilmekte [Tevbe 9/13] ve müslümanların kendi­leriyle savaşanlarla savaşmaları, ancak aşı­rı gitmemeleri emredilmektedir.[Bakara 2/190] Düşmanın tecavüz ve haksızlığı savaşın yani mukabelenin meşruluk sebe­bi olduğu gibi meşruluk sınırının aşılma­ması, bir haksızlık giderilirken yeni bir haksızlığa yol açılmaması hususunda has­sasiyet gösterilmesi istenmektedir.

Fıkıh âlimlerinin kendi dönemlerindeki şartlar çerçevesinde mukabele bi’l-misl ko­nusunda ortaya koydukları görüşler de­ğerlendirildiğinde, ilgili âyetler ve Hz. Pey­gamberin uygulamaları ile toplumun mas­lahatı doğrultusunda sonuçlara ulaşırken misilleme ve karşılıkta adalet ölçüleri ve zaruret sınırlarının gözetilmesi, haksızlık­tan sakınma, suçların şahsîliği ve dolayı­sıyla suçu olmayanların cezalandırılmama­sı, verilecek karşılığın uğranılan zarara uy­gun olması gibi temel prensiplere bağlı kalmaya çalıştıkları görülür.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski