Mukataa Nedir, Mukataa Vergisi Ne Demek, Osmanlıda, Hakkında Bilgi

Mukâtaa. Osmanlı maliyesinde vergi gelir birimini ifade eden bir terim.

Sözlükte “kesmek” mânasındaki Arap­ça kat’ kökünden türeyen mukâtaa “ke­sişmek” demektir. “Belirli bir miktar üze­rinde karşılıklı anlaşma” olarak tanımlana­bilecek bir genel anlamı vardır. Zamana ve sektörlere göre değişen çeşitli kullanım türleri bu lügat mânasından kaynaklanır. Tarihi Abbâsîler’e kadar gitmekle birlikte Selçukluların son zamanlarında ve özellik­le İlhanlılar döneminde yaygınlaşmış gö­rünen şekliyle mukâtaa “vergilerin belirli bir meblağ karşılığında iltizama verilmesi” anlamında kullanılmıştır. Osmanlılar da başlangıçta daha ziyade bu anlamda “mu-kâtaaya vermek”, “mukâtaaya almak / tutmak” veya sadece “mukâtaa” tabirle­riyle devlete ait bir kısım vergilerin iltiza­ma verilmesini kastetmişlerdir. Bu dönem­de mukâtaa kavramı aynı zamanda “söz­leşmede kararlaştırılmış olan meblağ” mâ­nasını da içeriyordu. Mukâtaa, “devlete ait bir kısım vergi ve resimlerin belirli bir meb­lağ karşılığında iltizama verilmesi” mâna­sından zamanla “iltizamın konusu olan vergi birimi” anlamına doğru kaymıştır. Osmanlı malî metinlerine göre XV. yüzyı­lın ortalarından başlayarak yüzyılın sonla­rında tamamlanmış görünen bu değişme ile mukâtaa kelimesi, XIX. yüzyılın ortala­rına kadar geçerli kalan esas terim olarak “hazineye ait bir kısım vergilerden oluştu­rulmuş birer malî birim” muhtevasını ka­zanmıştır.

Mukâtaa kelimesi başlangıçtan beri. mülkiyeti devlete veya vakıflara ait arazi­den ve arsalardan ifraz edilerek özel şa­hıslara veya kurumlara kiralanan parçalar için yapılan kira sözleşmesini ve ödenen kirayı ifade etmek üzere “mukâtaa-i ze-mîn” veya “mukâtaalı” gibi tabirlerde de kullanılmıştır. Mukâtaa ayrıca “vergi mü­kellefinden üretimin hacmine göre alın­ması gereken öşür, haraç vb. vergilerin sa­bit bir meblağ olarak belirlenmiş olması” anlamına da geliyordu. Bu anlamda mak­tu’ kelimesi de Kullanılırdı. Bu anlama gel­mek üzere Rumeli’de kesim Güneydoğu’da ve Suriye bölgesinde dimos keli­melerine de rastlanır. Maktu kelimesi isim olarak maktûa şeklinde mukâtaa gibi ver­gi birimini ifade ederdi. Ancak bu iki te­rim arasında üslûp kaygısını aşan bir an­lam farkı pek görülmez. Herhangi bir ver­gi birimi için “mukâtaa-ı âşâr / tahmis / gümrük” gibi ifadeler kullanılabildiği gibi “maktûa-ı âşâr / tahmîs / gümrük” ifade­leri de kullanılır. Aralarındaki farkın üslûp sınırlarını aşmadığını gösteren kayıtlara da rastlanmaktadır, İstanbul’da kahve değir­meni mukâtaasıyla ilgili 1099 (1688) tarihli bir kayıtta “mukâtaa-ı maktûa-ı tahmîs-i kahve ibaresi­ne karşılık Siroz’daki tütün dönüm resmi­ne dair 1199 (1785) yılına ait bir belgede “maktûa-i iltizâm-ı mukâtaa-i resm-i dö-nüm-i duhân-ı kazâ-i Siroz ifadeleri de görülür. Osmanlı maliye uzmanlarının zihninde bu iki teri­min muhtevaları arasında hiçbir farkın bulunmadığı yazdıkları malî metinlerde bun­ların birbirinin yerine kullanılmasından da anlaşılmaktadır. Bununla birlikte malî birim olarak daha çok mukâtaa terimi ter­cih edilmiştir.

Bu birimlerin özünde iltizam mefhumu kâğıdın filigranı gibi hep içkin (mündemiç) kalmıştır. Dolayısıyla mûtat olarak iltizam­la toplanmayan avarız ve nüzul vergileriy­le cizyenin büyük bölümü mukâtaa kate­gorisine genellikle girmez. Esas itibariyle muslüman olan ve olmayan Romanlar’a Kıptîler ait cizyeler de dahil olmak üze­re ekonominin bütün sektörlerindeki üre­tim ve mübadeleden alınmakta olan her türlü vergi ve resimleri ihtiva eden geniş bir yelpaze içindeki çok çeşitli gelir unsur­ları mukâtaa birimlerini meydana getirir­di.

Bu değişik vergi ve resimlerden oluştu­rulan mukâtaalar büyük bir çeşitlilik gös­terirdi. Hazineye sağladığı yıllık gelir bakı­mından birkaç yüz akçeden 10-20 milyon akçeye kadar değişen büyüklükte mukâ­taalar olduğu gibi bir köy veya mezraa sı­nırları içinde kalan mukâtaalar yanında bir kaza veya sancağı kapsayan, hatta birçok eyaleti içine alanları da vardı. Malî kapasi-teleriyle mekân sınırları bakımından göz­lemlenen bu çeşitliliği belirli bir yapısal ti-polojiye sığdıracak mantığı keşfetmek ol­dukça zordur. Bununla beraber ampirik bir gözlem olarak mukâtaaların büyük bir bö­lümü için geçerli görünen şu tesbiti yap­mak mümkündür: Mukâtaaların içerdiği vergi unsurlarının çeşitliliğiyle kapsadığı mekânın genişliği arasında genellikle ters orantı bulunur, yani mukâtaanm içerdiği vergi ve resimlerin çeşidi arttıkça kapsa­dığı mekânın sınırı daralmakta, buna kar­şılık tek bir vergi unsuru içeren mukâtaa-nın mekân sınırı o ölçüde genişlemektedir. Matematik bir dille ifade edilirse mukâta­alar, genellikle içerdikleri vergi unsurunun sayısı ile kapladıkları mekânın genişliğini gösteren iki eksen arasında hiperbole ben­zer bir eğrinin üzerinde yer alma eğilimin­dedir.

Meselâ hazine gelirlerinin % 1 ‘i kadarını sağlayan tütün gümrüğü mukataası tek unsurlu bir birim olarak imparatorluğun tamamını kapsamak üzere sadece on ka­dar mukâtaa halinde örgütlenmişti. Kahve tüketiminden alınan resmin bütçe gelirlerine katkısı % 1 “e yakın büyüklükteki mu-kâtaası da tek unsurlu bir birimdi ve im­paratorluk ölçeğinde biri İstanbul’da, di­ğeri Suriye’de merkezlenmiş iki mukâta-adan ibaretti. Pamuk ve ipliğinin ihraca­tından alınan mîrî resme ait mukâtaa da tek unsurlu idi ve İstanbul hariç olmak üzere bütün imparatorluğu kapsayan tek mukâtaa halinde örgütlenmişti. Aynı şe­kilde ipekten alınan mîzan (tartı) resmi mukâtaası ipek ve ipekli üretim ve tüke­timinin başlıca merkezleri olan İstanbul, Bursa, İzmir, Edirne ve Selânik’i içine alan tek unsurlu bir büyük mukâtaa idi. Buna karşılık Konya ve Kıbrıs’ta ayrı birer mu­kâtaa olarak örgütlenmiş bulunan mîzan resmi mukâtaalan ise daha sınırlı bölge­lere indirgenmiş birimler olduğu için bac, damga, mumhâne, boyahane gibi başka vergi unsurlarının eklenmesinden oluşan birer demet halinde zenginleştirilmiş bu­lunuyordu.

Sayısı binleri aşan mukâtaalan bu şekil­de gruplandırmak ancak bir bölümü için geçerlidir. Başka bölümü de hiperbolden çok çan eğrisine benzer bir yapı özelliği gösterir. Burada mukâtaanın mekân bo­yutu ile içerdiği vergi unsurunun sayısı arasındaki ilişki şöyledir: Bir uçta köy ve mezra gibi çok dar alanda olanlar, diğer uçta bir veya birkaç eyaleti kapsayacak genişlikte olanlar az unsurlu, aralarda yer alan nahiye ve kaza gibi orta boy mekân-lardakiler ise çok unsurlu birimlerden oluş­ma eğilimindeydiler.

Kısacası bütün mukâtaalan kapsayacak tek bir modelden bahsetmek mümkün değildir. Mukâtaaların böyle değişik tipolojik yapılar içinde bulunmasını belirli bir motif veya sebebe bağlamanın imkânı ol­madığı muhakkaktır. Bununla beraber et­ki dereceleri farklı birkaç sebepten bah­setmek mümkündür. Her şeyden önce mu­kâtaaların hazine nazarında birer malî he­sap birimi olarak gelirleri bakımından is­tikrar ve az çok önceden görülebilirlik özel­liği taşıması önemliydi. Mukâtaanın kap­ladığı alanın genişliği veya içerdiği vergi unsurlarının sayısı arttıkça sağladığı gelirin yıllık istikran da artardı. Zira bir alan­da veya unsurda meydana gelen bir de­ğişmenin diğerlerindeki değişmeme veya aksi yönde bir değişme ile dengelenmesi ihtimali söz konusu idi. Mukâtaa gelirle­rinde istikrar hazine bakımından yalnız harcamaları güvenle yapma imkânı ver­mekle kalmaz, aynı zamanda önceden gör­me şansını arttırarak risk ihtimalini düşü­receği için mültezimlerin daha az kârla, yani daha yüksek bir bedelle mukâtaala-rı kabul etmelerini sağlardı.

Mukâtaaların oluşturulmasında dikkat edilen önemli bir nokta da vergilendirme masraflarının fazla olmaması idi. Brüt ge­lirinin genel olarak % S-20’si arasında de­ğişen bir masraf oranı normal sayılırdı. Mukâtaanın iltizam veya emanetle idare edilmesi arasında bu bakımdan bir fark bulunmazdı. Zira vergilendirme masraf­larının fazla olması, meselâ % 30-50 gibi yüksek oranlara varması, Osmanlı maliye otoritelerince halkın gereksiz ve aşırı bir vergi yükü altına sokulması diye düşünül­düğü için ya vergi ortadan kaldırılır yahut vergilendirme maliyetini düşürecek şekil­de başka vergi unsurları ile birleştirilerek bir demet haline getirilirdi. Bu sayede sı­nırlı bir bölge içinde çok sayıda vergilen­dirme görevlilerinin toplanması da önlen­miş olurdu. Mekân sınırları daraldıkça mu-kâtaayı oluşturan vergi unsurlarının art­tırılmasının önemli bir sebebi bu idi. 0 ka­dar ki normal olarak mukâtaa kategorisine girmeyen avarız ve cizyenin de bu saikle mukâtaalara bağlandığı bazı nâdir örnek­ler de mevcuttur.

Devletin iktisadî hayatla alâkası sadece vergi haklarından ibaret değildi. Mîrî top­rak rejimiyle bağlantılı, fakat onunla sınır­lı sayılamayacak iktisadî alâka ve faaliyet­leri de mevcuttu. Üretim faktörleri olan toprak, emek ve sermaye üzerinde kur­maya çalıştığı kontrol çerçevesinde dev­let madencilik, ziraat, esnaflık ve ticaret alanlarında birçok kuruluş ve faaliyetin de doğrudan sahibiydi. Madencilikte özellik­le altın ve gümüş madenlerinin hemen tamamı ile bakır ve kurşun madenlerinin en büyük bölümü, şap madenleriyle tuz­laların tamamı, ziraatta pirinç ekimine ge­rekli alt yapı tesisleri devlete ait olduğu gibi esnaf imalâtının az çok önemli fizikî sermaye gerektiren kumaş apre tesisleri (mengene), boya ve basma atölyeleri, mum imalâthaneleri, kahve değirmenleri vb. alanlarda pek çok kuruluşun da başlıca sahibi devletti. Bütün bu kuruluşların he­men tamamı birer mukâtaa olarak ör­gütlenmiş bulunuyordu.

Geniş imparatorluğun büyük çeşitlilik içindeki bu mukâtaalan kısmen bulunduk­ları bölgelere, kısmen de muhtevalarına göre oldukça karmaşık görünen gruplan-dırmalarla İstanbul’da defterdarlığa bağlı olarak XVI. yüzyılın ortalarından XVII. yüz­yılın başlarına kadar esas profilleriyle te­şekkül etmiş bulunan, en büyüğü ve önem­lisi Başmuhasebe olmak üzere başlıca Ma­den, Başmukâtaa, Haslar, Haremeyn Mu­hasebesi, Haremeyn Mukataası, Bursa, İs­tanbul, Kefe, Avlonya ve Eğriboz adıyla bilinen gelir bürolarında kayıt, kontrol ve takip ediliyordu. Merkezdeki bu bürolar­da kayıtlı mukâtaaların birim sayısı XVII. yüzyılın sonlarında 400-500 kadardı. Ancak bu sayının bir bölümü tek bir mukâtaayı değil bir grup mukâtaayı temsil eden birimlerden oluşu­yordu. Büyük çoğunluğu Başmuhasebe Bürosu’nda kayıtlı bulunan Tokat, Diyar bekir, Mardin, Halep, Kıbrıs, Üsküp, Kefe gibi daha çok uzak bölgelerde yer alan grup halindeki mukâtaaların yönetimi voy­vodalık, muhassıllık veya nezaret şeklin-de örgütlenmiş olarak birer birim gibi mu­amele görürdü. Her birimde yer alan mu­kâtaaların sayısı meselâ Tokat voyvodalı­ğında 1070’te (16601 yirmi dörde, Halep muhassıllığında 1102’de (1690) otuz bire ulaşıyordu. Zamanla hem merkezde ka­yıtlı birim sayısı hem grup halindeki birim­lerde yer alan mukâtaa sayısı büyük ölçü­de artma eğiliminde olmuştur.

Osmanlı bütçeleri başlıca üç ana kate­goriden oluşuyordu: Emlâk ve araziye ta­sarruf eden müslüman ve gayri müslim reayanın ödediği avarız ve nüzul vergile­ri, gayri müslim sağlıklı ve çalışan erkek­lerden alınan cizye ve mukâtaalan Timar sistemi içinde yer alan dirlikler bütçe ra­kamlarına girmediği gibi mukâtaa sektö­rünün de dışında kalırdı. Fakat muhteva itibariyle potansiyel olarak bu üç katego­riden sadece mukâtaaya dönüşebilecek türde vergi ve resimlerden oluştuğu için zamanla timar sistemi daraldıkça bu dir­likler de mukâtaa sektörünün büyümesi­ni sağlayan önemli bir faktör oldu. Bütçe gelirlerinin XVI. yüzyılda yandan biraz faz­lasını temin eden mukâtaaların oranı XVII. yüzyılda muhtemelen bu faktörün etkisiy­le yavaş yavaş artarak % 66’ya kadar yük­seldi. Ancak XVII. yüz­yılın sonlarındaki savaş döneminde bütçe­nin diğer kategorilerinde, özellikle 1102′-deki (1690) reformdan sonra cizye gelir­lerinde büyük bir artış olunca mukâtaala­rın oranı bir miktar azalarak 1104’te (1692-93) % 47’ye kadar geriledi. Bu orana tekabul eden gelirin yıllık hacmi 4,2 milyon kuruş kadardı. Mukâtaa sektörü daha son­raki yıllarda hızla büyümeye devam ede­rek 1175’te (1761 -62) % 60’a yakın bir ar­tışla 6,7 milyon kuruşa ulaştı. Fakat büt­çedeki oranı daha da düşük olarak % 46 civarında kaidı. Bununla birlikte mukâtaa sektöründeki fiilî büyüme bu hacim ve oran rakamlarının gösterdiğinden asiında çok daha büyük oldu. Ancak bunu XVII. yüzyılın sonlarından itibaren bütçe rakam­larında bulmanın imkânı yoktur. Zira bu dönemde mukâtaa sektörüne dayanarak başlatılmış olan bir nevi iç borçlanma uy­gulamasındaki kurumsal düzenleme, mu­kâtaa sektöründen borca karşılık yapılan ödemeleri bütçe kayıtlarının dışında bırak­maktaydı. Bu iç borçlanma, mukâtaa ilti­zam rejimini köklü şekilde değiştirmiş olan malikâne sistemiyle gerçekleşmiştir. 1106’da (1695) uygulamaya konulan bu yeni sistemde “hazineye ver­diği kredi” anlamındaki muaccelesinin kar­şılığında mukâtaayı ölünceye kadar elinde bulunduracak olan mâîikânecinin kazan­makta olduğu faiz geliri bütçe kayıtların­da yer almazdı. Malikâne olarak verilen mukâtaalardan hazineye ödenmekte olan ve mal adı verilen yıllık vergiler de siste­min mantığı gereği dondurulmuş olduğu için mukâtaa sektörü malikâneye dönüş­tükçe bütçeye yansıyan yönüyle tam bir durgunluk perdesi altına girmiş oluyordu. Malikâne sistemi hızla genişleyerek XVIII. yüzyılın ortalarından sonra mukâtaa sek­törünün hemen hemen tamamını kapsar hale geldikçe bu durgunluk perdesi de ay­nı ölçüde genişlemiştir. Her türlü artışı giz-leyici bu perdeye rağmen mukâtaa sek­töründe 1104 (1692-93) İle 1175 (1762) arasında % 60’a yakın bir büyümenin ger­çekleşebilmesi, kolayca tahmin edilebile­ceği gibi yeni mukâtaalann sektöre girme­sinden kaynaklanmıştır. Bu husus defter­darlık bürolarında kayıtlı mukâtaalann sa­yısındaki değişmede açıkça görülmekte­dir. Gerçekten bu bürolarda kayıtlı mukâ­taalann 1102’de (1690) 440 kadar olan sa­yısı ltei’de (1748) % 126’dan fazla arta­rak 997’ye yükselmiştir  Ayrıca grup halindeki birimlerin bün­yesinde yer alan mukâtaalann sayısında da artış olmuştur. Merkezde tek mukâ­taa olarak kayıtlı bulunan meselâ Tokat voyvodalığında 1070’te (1660) yirmi dört olan mukâtaa sayısı 1169’da (1756) yetmiş sekize ulaş­mış ben­zer şekilde Halep muhassillığına bağlı mu­kâtaalann 1084’te (1673) yirmi üç olan sayısı 1692’de otuz bire 1117’de de (1705} seksen bire yükselmiştir.

Mukâtaa sektörünün genişlemesini sağ­layan başlıca faktörler şöylece özetlenebi­lir: Her şeyden önce timar sistemindeki da­ralma hızlanmış ve buradaki birçok dirlik padişah haslarına katılarak mukâtaa ha­line getirilmiştir. İkinci olarak ekonomide kaydedilen gelişmeler, bilhassa ticaret ve mübadeledeki artışlar sonucu ortaya çıkan yeni bazı İş alanlarıyla birlikte, eskiden be­ri mevcut olduğu halde vergi dışı kalmış bulunan bir kısım alanların da vergilendi­rilmesini sağlamak üzere birçok yeni mu­kâtaa meydana getirilmiştir. Ayrıca dev­letin özellikle XVIII. yüzyılın başlarından iti­baren genişlettiği iktisadî faaliyet ve yatı­rımları da yeni mukâtaalann oluşmasına katkıda bulunmuştur. Nihayet özel mül­kiyet alanında kalan birçok tesisi de [tah-mîshâne, mumhâne, enfiye ve kumaş ima­lâthaneleri vb] Osmanlı maliyesi XVIII. yüzyılda malikâne sistemi içinde birer mu­kâtaa haline getirmekte sakınca görme­miştir. Bu da Osmanlı vergilendirme sis­teminin, hazineye ödenecek vergiyi her türlü iktisadî faaliyetin âdeta meşruiyet temeli ve referans çerçevesi sayma eğili­minin bir ifadesi olarak mukâtaa sektörü­nü genişleten faktörler arasında kaydedil­melidir.

Bu yeni mukâtaalann hemen hepsi ma­likâne olarak verildiği için kayıtlan yapılır­ken bağlanmış olan yıllık vergi miktarları da bir daha değişmemek üzere dondurul­muş bulunuyordu. Mukâtaaların gelirle­rinde zamanla meydana gelen artışlar ha­zineye yatırdıkları muaccelelerin faizi ola­rak doğrudan mâlikânecilere intikal ettiği ve dolayısıyla bütçe rakamlarında hiçbir şekilde yer almadığı için mukâtaa sektö­rü, XVIII. yüzyılın ilk yarısında sayıca % 126 oranında genişlediği halde bütçede yer alan hacmindeki artış % 60’tan ibaret kalmış ve bütçe içindeki oranı da gerile­meye devam etmiştir. Buna karşılık mu­kâtaa sektöründeki bu gelir fazlalannı faiz olarak kazanabilmek için mâlikânecilerin hazineye yatırmış oldukları muacceleler-den oluşan kredi stoku hızla büyümüştür. 1115’te (1703) 1 milyon kuruş olan stok 1768’de 10 milyon kuruşa yaklaşmıştır. Karşılığında mâlikânecile­re ödenmekte olan faiz miktarını tam ola­rak hesaplamak çok zor olmakla birlikte bu stokun % 30’u ile 4O’ı arasında tahmin edilebilir ki bu da 3-4 milyon kuruş de­mektir. Bu tarihlerde meselâ 1175 (1761-62) bütçesindeki mukataalara ait 6,7 mil­yon kuruşluk gelirle karşılaştırılırsa yakla­şık yarısı kadar bir meblağın da mâlikâ­necilere faiz olarak intikal ettiği tahmin edilebilir. Bu da mukâtaa sektöründe olu­şan gelirlerin potansiyel toplamının 1/3’ü kadarının mâlikânecilere gittiği anlamına gelir.

Osmanlı maliye otoriteleri, malikâne sis­temindeki borçlanmanın çok yüksek faiz ödemeleriyle gerçekleştiğini gördükleri için mukâtaa sektörünü bu iç borç yükünden kurtarmak üzere bir dizi tedbiri uygula­maya koydular. Bu tedbirlerin ilki, 1173’e (1760) doğru gelirleri hızla artan bir kısım mukâtaalann mâlikânelikten çıkarılarak devlet adına Darphâne’nin idaresine ve­rilmesidir. Bu da mâlikânecilerin kazan­makta olduğu faizlerin bir bölümünü ha­zineye intikal ettirmeye imkân verdi. An­cak Osmanlı-Rus savaşı (1768-1774) so­nunda tekrar büyük çapta borçlanma ih­tiyacı doğunca malikâneyi yeniden geniş­letmek yerine yeni bir borçlanma meto­du olarak esham sistemini denediler. Da­ha düşük faizle borçlanmaya imkân veren bu yeni sistemde de borcun temeli mu-kâtaalardı. Fakat malikâneden farklı ola­rak burada mukâtaalann yönetimi devle­tin elinde kalıyor ve borcu veren esham sahibine belirli sabit bir faiz ödeniyordu. Ödenen faizler mâlikânedekinden hem da­ha düşüktü hem de hangi borç için ne ka­dar faiz ödeneceği baştan belirleniyordu; yani maliye esham sistemiyle daha şeffaf bir borçlanma ortamı sağlamış oluyordu. Bu tarihten itibaren malikâ­ne sektörü yavaş yavaş daraltılırken borç­lanma ihtiyacı da bu yeni sistem içinde karşılanıyordu. Her iki borçlanma sistemi de pahalı yöntemlerdi. Giderek artan faiz ödemelerinden kurtulmak için Osmanlı maliyesinin başvurduğu ikinci önemli ted­bir, 2 Mart 1793’te uygulamaya konan Nizâm-ı Cedîd’i finanse etmeye yönelik îrâd-ı Cedîd Hazinesi’nin oluşturulmasıdır. Bu yeni hazine, mukâtaa sektörünü iç borcun ağır faiz yükünden tamamıyla kurtarmak üzere her iki borçlanma sistemlerinin ön­ce genişlemesini durduracak, sonra da ya­vaş yavaş daralmasını sağlayacaktı. Amaç mukâtaa gelirleri üzerindeki devlet kontro­lünü arttırmaktı. Ancak gelirlerin tama­mı hazineye aktarılsa bile giderlere yetmeyeceği için iç borçlanmaya son verme­nin mümkün olmadığı kısa zamanda an­laşılınca malikâneden ziyade esham siste­mi tercih edildi. Zira bu sistemde mukâtaa yönetimi maliyenin kontrolünde kalıyor ve faiz haddi de piyasanın imkân verdiği ölçüde mâlikânedekinden daha düşük tutu-labiliyordu. îrâd-ı Cedîd Hazinesi ayaklan­ma ile 1807’de ortadan kaldırılınca aynı fonksiyonu görmek üzere önce Darphâne, 182Tden sonra da yeni kurulan Mukâtaat Hazinesi devreye sokuldu. Bu yeni kurulu­şun hedefi de malikâne sahiplerine öden­mekte olan faizi azaltarak mukâtaa sek­törü üzerindeki devlet kontrolünü arttır­maktı.

Bütün bu tedbir ve denemelerin ana hedefi, devletle mukâtaa sektörü arasın­da herhangi bir zümrenin uzun vadeli hak­larla yerleşerek yüksek paylar almasını ön­lemek üzere mukâtaa sektöründeki ver­gi potansiyelini mümkün olduğunca ma­liyenin kontrolü altına almaktı. Bu amaca ulaşmak üzere Tanzimat’ın başında ma­likâneyle beraber iltizamın da tamamıyla kaldırılmasına karar verildi. Malikâne sona erdirildi; ancak iltizamın kaldırılarak yeri­ne modern ve rasyonel bir emanet rejimi­nin kurulması imparatorluğun sonuna ka­dar tamamlanamadı. Tanzimat’la birlikte vergi telakkisinde meydana gelen değiş­melerin sonucu olarak mukâtaa kavramı işlevini yavaş yavaş kaybetti. İltizama ver­me anlamında “maktûan ihale” tabiri yay­gın biçimde kullanıldı. Fakat iltizama ve­rilen vergi birimi anlamında mukâtaa kav­ramı, 1860’lardan itibaren giderek seyrek-leşen bir kullanımla metinlerden ve zihin­lerden giderek silindi. Yalnız vakıflarda ve mîrî arazi hukukunda “mukâtaa-i zemîn” ve “mukâtaalı” tabirleri içinde imparator­luğun sonuna kadar devam etti.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski