Mukâtaalı vakıf. Yerin mülkiyetinin vakfa, bina ve ağaçların mülkiyetinin mutasarrıfa ait olduğu vakıf türü.
Mukâtaa kelimesi, İslâm tarihinde değişik süreçlerden geçmiş bir maliye hukuku terimi olup mülkiyeti devlete veya vakıflara ait yerlerin belli durumlarda özel şahıs yahut kurumlara kiralanmasına ve ödenen kira bedeline “mukâtaa-i zemîn, icâre-i zemîn” ve kısaca “mukâtaalı” denmiştir. Mukâtaalı vakıf tabiri de uzun süreli bir kira sözleşmesiyle arsası / arazisi üzerinde bina yapılmasına / ağaç dikilmesine izin verilen vakıf türünü ifade eder. Arabistan’da ve Kuzey Afrika’da buna genellikle hikr adı verilir.
Vakıf akarların kısa süreli ve bir defaya mahsus kiraya verilmesi esas olmakla birlikte zaman içinde ortaya çıkan ihtiyaçlar üzerine ve belli şartların yerine getirilmesi kaydıyla hem peşin bir meblağ hem de yıllık kira bedeli alınarak uzun süreli kiralanmasına cevaz verilmiştir. Vakıf hayrata gelir getiren pek çok ev ve dükkân yangın vb. âfetlere mâruz kalıp vakıf bütçeleri bunları tamire yeterli olamayınca öncelikle bu malların tamiri için vakıf arsanın veya binanın gerçek değerine yakın bir meblağla her yıl sonunda da cüz’î bir kira bedeli alınarak kiraya verilmesi yoluna gidilmişti. Bunun da işletilemediği durumlarda yine bir tür uzun süreli kiralama yöntemi olan. fakat kiracının vakıf yeri üzerinde -kendi mülkü olmak üzere- bina yapmasına ve ağaç dikmesine müsaade edilmesi hükmünü içeren mukâtaa usulüne başvurulmuştur.
İcâre-i vâhideli bir vakıf akarın mukâtaaya bağlanabilmesi için kullanılması ve yararlanılması imkânsız hale gelecek şekilde harap olması, yeniden ihyası için vakfın elinde yeterli sermayenin bulunmaması, icâ-re. müzâraa ve müsâkât gibi akidlerie gelir veya karz-ı hasen gibi bir yolla ödünç temin edilememesi, ücrete mahsuben vakfı imar edecek bir talibin çıkmaması ve faydalanmaya elverişli başka bir malla değişmenin mümkün olmaması gerekir. Bu şartları taşıyan vakıf yerin mukâtaaya verilmesi işlemi, mütevellinin muvafakati yanında hâkimin kararı ve sultanın izniyle tamam olur; vakfiyede bu yönde hüküm bulunması halinde hâkimin kararına ve sultanın iznine gerek yoktur. Mîrî arazide ise memurun izni yeterlidir.
Başlangıçta mukâtaalı vakıf uygulaması, vakfın yerinde mülk bina yapma veya ağaç dikme şartı içeren bir tür uzun süreli kira sözleşmesi niteliği taşıyordu. Bu usulde kira müddetini yapılan bina veya dikilen ağaçların ömrü belirtiyor, icâre-i zemin denilen mukâtaa bedeli de ecr-i mislden aşağı olamıyor, gerektiğinde bu bede! günün şartlarına göre yükseltebiliyordu. Daha sonraları, ilk kiralama sırasında “be-del-i mukâtaa” adıyla arsanın kıymetine yakın bir para ve ayrıca her sene “icâre-i zemin” ismiyle bir miktar kira bedeli alınır hale gelmiş, bu şekliyle mukâtaalı vakıflar icâreteynli vakıflara benzemiştir. Bununla birlikte aralarında önemli farklar bulunmaktadır. İcâreteynli vakıflarda mutasarrıftan peşin olarak alınan para ile (muaccele) vakfın ihyasına gidilmekte ve bu şekilde meydana getirilen tesisler vakfın mülkü olmaktadır. Diğer bîr ifadeyle icâreteynli vakıflarda hem zemin hem daha sonra zemin üzerinde meydana getirilen her türlü artı değer arsa vakfının mülkiyetindedir. Buna karşılık mukâtaalı vakıflarda peşin alınan icâre-i muaccele câri giderlere harcanmak üzere normal vakıf gelirlerine eklenmekte, dolayısıyla yalnız zemin vakfın mülkiyetinde kalmakta, mutasarrıfı tarafından inşa edilen bina ve dikilen ağaçların mülkiyeti ihya işlemini gerçekleştiren şahsa ait olmaktadır.
Mukâtaalı vakıf akarlarında zemin ağaç ve binalara tâbi olup bunların mülkiyetine sahip olan kişi zeminin de tasarruf hakkını elde eder. Meselâ bir kimse yeri mukâtaalı vakıf olan evinin binasını veya bahçesinin ağaçlarını satsa kendi tasarrufunda kalacağını açıkça belirtmemişse yer de alıcının tasarrufuna girer, bunun için ayrıca mütevellinin iznine gerek yoktur. Fakat ister üzerinde bina / ağaç bulunsun ister bulunmasın yalnız yerin ferağı için mütevellinin iznine ihtiyaç vardır ve mülk kısımların satımı söz konusu ediimemişse lehine feragat edilen kişi onlar üzerinde tasarruf yetkisine sahip olmaz. Mukâtaali zemin üzerindeki bina ve ağaçlar menkul mal gibi düşünüldüğünden bunlar hakkında şüfa hükümleri uygulanmaz. Mukâtaalı vakıfta mutasarrıfın yaptığı bina veya diktiği ağaçlan bir cihete vakfetmesi mümkündür; eğer bunlar arsanın mevkuf olduğu cihete vak-fedilmişse mukâtaa bedelinin ödenmesine gerek yoktur. Başka bir cihete vakfe-dilmesi halinde yer ile üzerindeki bina ve ağaçlar başka başka vakıflara ait olacağından, üst hakkının sahibi olan vakfın icâre-i zemini arsa vakfına Ödemesi gerekir.
Mukâtaalı vakıf mutasarrıfının sahip olduğu aynî hak hayatı boyunca kendinde kalıyor ve ölümünden sonra mirasçılarına intikal ediyordu. Ancak mukâtaalı vakfın arsası arazisi üzerinde bina ağaç varsa bunların mülkiyeti ve yer üzerindeki tasarruf hakkı mutasarrıfın mirasçılarına şer’î miras kaidelerine göre, bina ve ağaç yoksa tasarruf hakkı sadece erkek ve kız çocuklarına eşit olarak intikal ediyordu. Mukâtaalı taşınmaz tahsisat kabilinden olan gayri sahih vakıflardan ise bu takdirde mîrî arazinin intikal hükümleri uygulanıyor ve taşınmaz sekiz dereceye kadar vârislere intikal ediyordu. 6 Mart 1913 tarihli Emvâl-i Gayr-i Menkûle İntikâlât Kânûn-ı Muvakkati, ne zaman inşa edilmiş olursa olsun ve ölüm hangi tarihte meydana gelirse gelsin üzerinde çatılı bina (musakkaf) bulunan vakıflarda intikalin şer’î miras kaidelerine göre yapılacağı hükmünü getirince mukâtaalı vakıfların bu kapsamda sayılıp sayılmayacağı hususunda ihtilâf edilmişse de uygulama, musakkaf olmayan müstegal-lât-ı vakfiyyede mülk aksam mevcut değilse anılan kânûn-ı muvakkat hükümlerinin, mülk aksam mevcutsa ferâiz kaidelerinin uygulanması yönünde olmuştur.
Arsası arazisi üzerinde bina ağaç bulundukça ve hiç yatırım yapılmamış olsa bile yıllık icâre-i zemîni ödendikçe mukâtaalı taşınmazın mutasarrıfının elinden alınması söz konusu değildir. Fakat arsa arazi üzerinde binadan ağaçlardan eser kalmaz, yenileri yapılmaz dikilmez ve mukâtaa bedeli de ödenmezse mukâtaa işlemi feshedilip onu usulüne uygun bir şekilde ihya edecek talibine icar olunur. Çünkü bu durumda mukâtaa muamelesinin feshedilmemesi hem vakıf hem de mutasarrıfının zarannadır.
Mukâtaalı vakıf uygulaması başlangıçta çok revaç görmüş bir icâre şekliydi. Zira henüz intikal halleri tevsî olunmamış bulunan icâreteynli vakıflarda mutasarrıfın ölümü durumunda tasarruf hakkı ancak çocuklara geçiyor, eş pay sahibi olamıyordu. Mukâtaalı vakıflarda ise arazi üzerinde bina veya ağaç bulunması halinde ferâiz hükümleri gereğince eş de mirasçı olabilmekteydi.
Öteden beri icâreteynli olan vakıf bir yer, gerek Osmanlı tebaası gerekse yabancı uyruklu kimseler tarafından okul veya hastahane gibi kamuya yararlı bir müessese haline getirildiğinde mütevellinin uygun görüşü ve sultanın izniyle o yerin mukâtaaya bağlanıp mukâtaalı vakfa dönüştürülmesi gerekir. Böyle icâreteynli vakıf yerlerde ferağ, intikal ve mahlûliyet gibi muameleler cereyan etmeyeceğinden 16 Ramazan 1299 (31 Temmuz 1882) tarihli irâde-i seniyye gereğince vakıfta meydana gelecek zararlara karşılık olmak üzere o yerin emlâk tahrir defterinde kayıtlı bulunan muhammen bedelinin binde onu nisbetinde yıllık mukâtaa tahsis edilmesi Evkaf-ı Hümâyun Hazinesi’nce usul haline getirilmiştir.
II. Meşrutiyet sonrasında bu uygulamanın yıllık mukâtaa bedeli yüzde ona yükseltilerek icâre-i vâhideli vakıf yerlere de teşmil edildiği görülmektedir. Arşiv kayıtlarında, II. Meşrutiyet’in ilânından sonra icâre-i vâhideli pek çok vakıf arsanın mevcut kıymetinin yüzde onu nisbetinde bir bedel karşılığında mukâtaaya bağlanarak üzerine özellikle gayri müslimler için okul, hastahane, kilise, lojman vb. binaların yapılmasına izin verildiğine dair Osmanlı ülkesinde yüzlerce örnek bulmak mümkündür. İnşa edilecek okullarda Maârif-i Umûmiyye Nizamnâmesi’nin 129. maddesi hükümlerine kilise ve lojman yapılması halinde Dersaâ-det ve Tevâbî-i Rum Patrikhânesi Hakkındaki Mukarrerât-ı Âhire ahkâmına uyulması istenmektedir. Ayrıca mukâtaa uygulaması, belediyelerin yol ve meydan genişletmeleri ve imar planı uygulamalarıyla kamu yatırımlarında başvurulan bir yol haline gelmiştir. Yine kayıtlarda yer alan bilgiler, bu dönemde vakıf yerlerin mukâtaaya bağlanması uygulamasının âdeta bir satış şekli olarak kullanıldığını göstermektedir.
Osmanlı devrinde yürürlüğe konan icâreteynli ve mukâtaalı vakıf yerlerle ilgili intikal kanunları, Türk Medenî Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 4 Ekim 1926 tarihine kadar Cumhuriyet döneminde de uygulanmıştır. Doğuşundan 1926 yılına kadar sürekli mutasarrıfları lehine ve vakıflar aleyhine değişiklik gösteren icâreteynli ve mukâtaalı vakıflar o yıla ait bütçe Kanununun 7. maddesiyle önce dondurulmuş, 5 Haziran 1935 tarihinde kabul edilen 2762 sayılı Vakıflar Kanunu ile de tasfiyeye tâbi tutulmuştur. Bu kanunun 26. maddesi artık vakıf malların icâreteyn ve mukâtaaya bağlanamayacağını, 27. maddesi de öncekilerin icâre-i müeccelelerinin yirmi misli bir tâviz bedeli karşılığında mutasarrıflarının mülkiyetine geçirilmesini hükme bağlamış, ancak başka kanunlar da çıkarılmasına rağmen (1945, 1983, 1995’te) tâviz bedellerinin ödenmesi konusunda günümüze kadar süren bir karmaşa yaşanmıştır.
Kanunî Sultan Süleyman devrinde resmî bir hukuk müessesesi haline gelen ve XIX. yüzyılda çeşitli sebeplerle genişleyerek vakıf sektöründe bozulmalara yol açan icâreteynli ve mukâtaalı vakıfların tasfiyesi değişik açılardan eleştirilmiştir. Ali Himmet Berki’ye göre icâreteynin ilgası yerinde olmakla birlikte mukâtaanın mutlak biçimde engellenmesi yerine ıslahı cihetine gidilmesi daha uygun olurdu. Ayrıca her iki vakıf türünde tâviz bedellerinin gerçek değerin çok altında tutulması vakıfları ve kamuyu büyük zarara uğratmıştır.
TDV İslâm Ansiklopedisi