el-Muvâfakat. İbrahim b. Mûsâ eş-Şâtıbî’nin (ö. 790/1388) usûl-i fıkhın temel konularını makâsıd açısından İnceleyen eseri.
Şâtıbî eserine önce et-Ta’rif bi-esrâri’t-teklîf ismini vermiş, ancak hürmet ettiği bir âlimin rüyasında onu bir kitap telif etmiş olarak gördüğünü, elinde tuttuğu bu kitaba ne ad verdiğini sorunca kendisinden, İbnü’l-Kâsım ile İmam Ebû Hanîfe’nin mezheplerini uzlaştırdığı için Kitâbü’l-Muvâfaköt adını verdiği şeklinde bir cevap aldığını söylemesi üzerine eserinin adını değiştirmiştir.
el-Muvâfakat klasik bir usul kitabını andırmaz. Önsözden sonra beş ana bölümden oluşan eserin ilk bölümü “Mukaddimât”, ikinci bölüm “Ahkâm”, bir cilt hacmindeki üçüncü bölüm “Makâsıd”, dördüncü bölüm “Edille” ve beşinci bölüm “İctihad” başlığını taşır. İkinci bölümde teklifi ve vazl hükümler incelenir, dördüncü bölümde şer’î hükümlerin delillerine toplu bakış yapılır. Bu arada “Avânzu’l-edille” başlığı altında muhkem-müteşâbih, emir-nehiy, umum-husus gibi lafız ve yorum bahislerinin belli başlı kavramlarıyla nesih konusu ele alınır; daha sonra Kitap ve Sünnet delilleri geniş biçimde işlenir. Bu bölümün başında ayrı ayrı inceleneceği belirtilen dört delilden icmâ ve kıyasa yer verilmez. İctihad, fetva, istiftâ ve iktidâ kavramlarının etraflı şekilde ele alındığı beşinci bölüme eklenen tâli bölümde tearuz ve tercihle cedele yer verilir. Eserin en belirgin özelliği, müellifin makâsıd (hikmet-i teşrî, hükümlerin vazediliş amaçları) konusuna öncekilerde görülmeyen genişlikte yer ayırmış olmasıdır. Üçüncü bölümün tamamı buna tahsis edildiği gibi diğer bölümlerde incelenen meselelere de daha çok bu açıdan bakılmıştır.
Üçüncü bölüm önce şâriin maksatları ve mükellefin maksatları şeklinde iki kısma ayrılır. Şâriin maksatları da dört başlık altında ele alınır.
1. Şâriin şeriat koymadaki temel amacı. Bu, sonuçta kulların dünya ve âhiret mutluluğunu ifade eder. Bu amacın gerçekleşmesi için konan hükümlerin sağladığı yararlar zarûriyyât, hâciyât ve tahsîniyyât şeklinde bir tasnife tâbi tutulur.
2. Hükümleri kavratma maksadı. Şâtıbî bu kısımda anlaşılabilirlik sorunu üzerinde durmuş, dinin ilk muhataplarının “ümmî-Arabî” olma özelliğine dikkat çekerek, Arabîliği dinin anlaşılmasının, ümmîliği de yükümlülüklerde en alt düzeyin esas alınması anlamında evrenselliğin bir gereği görmüştür.
3. Yükümlü kılma maksadı. Burada yükümlülüğün asgari şartı olan kudret ilkesi ve bununla yakından ilgili bulunan meşakkat kavramı incelenmiştir.
4. İnsanın yükümlülük altına sokulması maksadı. Müellif burada, mükellefin kendini sorumlu bir varlık olarak hissetmesi ve kendi iradesiyle şer’î yükümlülükler altına girmesi amacıyla ilgili gördüğü bazı kavram ve meseleleri ele almaktadır. Mükellefin maksatlarına ayırdığı alt bölümde ise Şâtıbî, kulun bir fiili işlediği sıradaki niyetiyle şâriin o fiile bağladığı hükmün maksadının örtü-şüp örtüşmediği ve her bir ihtimale göre ne gibi sonuçların doğacağı konularını ele alır.
Şâtıbî bu kitabı, ilim taliplerinin taassuptan kurtularak İslâm’a bütüncül bakış yapabilmeleri, dinin bir düzen içinde her şeyi olması gereken yere koyduğunu görebilmeleri ve hayatın her alanını kucaklayan bir din anlayışı kazanabilmeleri amacıyla yazmış İslâm ilimlerini yeniden inşa etme değil daha çok mevcut olanı anlama ve koruma sâikiyle hareket etmiştir.
Bu ilmin içerdiği kuralların belirlenmesinde yöntem olarak tümevarımı (istikra) esas alan müellife göre fıkhın sağlam temeller üzerine kurulmuş olması için fıkıh usulünün kesin olması gerekir; bu da ancak aklî prensiplere ve şeriatın küllî esaslarına dayalı olmasıyla sağlanabilir. Şeriatın küllî esaslarını ortaya koymanın yolu ise büyük ölçüde istikra yöntemidir. Şerl-küllî esaslarda aranan katilik cüz’i naslarla elde edilemez. Çünkü bunlar delâlet bakımından çeşitli ihtimallere açık olur. Âhâd yolla nakledilen haberler söz konusu olduğunda bunların katilik ifade etmeyeceği açıktır. Teker teker cüz’î naslardan küllî esasların çıkarılması mümkün olmadığına göre ya vacip, caiz ve muhal şeklindeki aklî mukaddimelere ya yine bu üç hükme ulaştıran âdî (normal şartlarda aynı şekilde tekerrür eden olaylardan gözlem veya deney yoluyla çıkarılmış) mukaddimelere ya da kati nitelikteki sem’î (naklî) mukaddimelere dayanmak gerekecektir. Ancak ona göre bu ilimde aklî deliller naklî olanlardan bağımsız kullanılmaz. Çünkü yapılan iş şerl bir konuda düşünmek ve bir sonuca varmaktır. Akıl ise sâri’ değildir. Usule mesnet teşkil edecek şerl deliller de şöyle sıralanabilir: En üst düzeyde delâleti kati olmak şartıyla lafzî mütevâtir, ardından manevî mütevâtir, daha sonra şeriatın kaynaklarının istikrası neticesinde elde edilen küllî esaslar. Şâtıbînin cüz’i naslardan küllî neticelere ulaşma yöntemiyle Hanefîler’in fürûdan hareketle usule ulaşma yöntemi (fukaha mesleği) arasında benzerlik bulunduğu söylenebilir.
Müellif cüzlerden hareketle külliye ulaşılınca işin bitmeyeceği, aksine elde edilen külliler ışığında cüzilerin yeniden değerlendirilmesi ve ilgili olduğu alanda delil olarak kullanılması gerektiği inancındadır. Şâtıbî, küllî esası göz ardı ederek cüz’îye yapışmak gibi cüz’îye aldırmaksızın küllî prensipten hareketle hükme ulaşmanın da yanlış olacağını belirtir ve ictihaddaki başarının sırrını bu dengenin kurulabilmesinde arar. Böylece onun ictihad anlayışının iki aşamalı olduğu ortaya çıkmaktadır: Cüz’îlerden küllilere ulaşma, sonra da bu küllî esaslar ışığında cüz’îleri değerlendirme.
Şâtıbî’nin her ilimde o alanda verilmiş ilk temel eserleri kaynak edinmenin gereği ve yararlan üzerinde durduğu göz önüne alınırsa kendi eserinde yer alan bilgilerin bu ilkeye uygun olduğunu var saymak gerekir. Kitabındaki açıklamalar da onun kaynaklara vâkıf olduğunu, güvenilir nitelikte ve çok sayıda eserden istifade ettiğini göstermektedir. Bununla birlikte isim vererek alıntı yapması nâdirdir. En çok atıfta bulunduğu müellifler sırasıyla Gazzâlî, Fahreddin er-Râzî, İmâ-mü’I-Haremeyn el-Cüveynî, Şehâbeddin el-Karâfı, İzzeddin İbn Abdüsselâm, Şafiî, Bacı, İbn Hazm, Mâverdî ve İbn Rüşd’dür. Hanbelî ve Hanefî kitaplarından nakilde bulunduğuna rastlanmamıştır. Hadis konusunda her ne kadar kendisi sahih ve hasen hadisleri kullanmış olduğunu ifade etmişse de zaman zaman zayıf, hatta mevzu sayılabilecek hadislere yer verdiği de olmuştur.
Müellif, eserinin türünde ilk olduğunun ve dolayısıyla hemen kabul görmeyeceğinin farkındadır. Nitekim önsözde bu açıdan doğabilecek şüpheleri ortadan kaldırmaya çalışmış ve bu ilmin temellerini aslında selef-i sâlihînin atmış olduğunu söyleyerek gelecek tepkileri azaltmayı hedeflemiştir Buna rağmen kendi zamanında iyi karşılanmamış, fâsık ve bid’atçi olmakla itham edilmiş, kendisini savunmak için bid’at kavramını tanımladığı el-hişûm adlı kitabını yazmak durumunda kalmıştır. Yine de el-Muvûfakat önemine rağmen asırlar boyu ilim âleminde hak ettiği yeri alamamıştır. Doğu dünyasında kitapların kaderinin insanların kaderine benzediğine ve birçok değerli insanın hiç kimse tarafından bilinmezken önemsiz kimselerin şöhrete kavuştuğuna dikkat çeken M. Abdullah Dirâz eî-Muvâfakat’m kaderinin de aynı olduğunu iki sebebe bağlayarak ifade eder. Birincisi içeriğinin son derece yeni olması karşısında insanların tutuculuğu, ikincisi de Şâtıbî1-nin üslûbu ve hitap ettiği düzeyin bir hayli yüksek olmasıdır. Bir diğer sebep de şu olabilir: Şâtıbî’nin telif esnasında Endülüs’te yaşadığı kriz ortamı İslâm dünyasının diğer bölgelerinde mevcut değildi. Batı medeniyeti karşısında yenik düşme kriziyle bu eserin yıldızının İslâm dünyasında birden parlamaya başlaması bu anlamda bir tesadüf olarak görülmemelidir.
Asırlar boyu keşfedilmeyi bekleyen el-Muvâfakât, Muhammed Abduh’un telkinlerinin de etkisiyle ictihad ve yeniden yapılanma söylemlerinin arttığı bir zamanda tanınıp yayılmaya başlamış ve makâsıd konusunda tartışmasız temel kaynak kabul edilmiştir. Ancak makâsıd ve mesâlih gibi kavramlar kendisine atıfta bulunularak ölçüsüz biçimde kullanılır olmuş ya da onun hükümlere ulaşmada başvurduğu bir yöntemmiş gibi takdim edilmiştir. Halbuki Şâtıbî, makâsıd üzerinde önemle durmasına ve onu ictihad için gerekli iki temelden biri kabul etmesine rağmen hüküm elde etmede bir yöntem olarak görmemiştir.
Şâtıbî ile ilgilenen son dönem yazar ve araştırmacıları onun makâsıd alanında bir çığır açtığında hemfikirdir. Sîbeveyhi nahivde, Halil b. Ahmed aruzda nasıl çığır açmışlarsa Şâtıbî de makâsıd ilminde aynı şeyi yapmıştır. Bir anlamda Şafiî’nin usulün literal kanadında yaptıklarıyla Şâtıbî’nin onun diğer kanadı olan makâsidda yaptıkları arasında bir benzerlik kurulabilir. M. Reşîd Rızâ, İbn Haldun’un Mukaddime’yle, Şâtıbfnin de el-Muvâfakât’la yepyeni iki ilmin temelini atmış olmalarına rağmen hak etmedikleri bir akıbete mâruz kaldıkları kanaatindedir.
Seyyid Bey’in “yenilikçi bir metotla yazılmış, zamanımız için çok önemli bahisleri içine alan bir kitap” şeklinde nitelediği el-Muvâfakât Mûsâ Cârullah’a göre İslâmî literatür arasında gerçek anlamıyla usûl-i fıkıh olabilecek yegâne eser olup talebelere düşünce yeteneği, özgürlük ve ictihad ruhu aşılanması için mutlaka bu kitap okutulmalıdır. Muhammed Fâzıl İbn Âşûr el-Muvâfatkât’ı tek başına inşa edilmiş büyük bir piramide benzetir. İslâm’ın sonsuza kadar varlığını sürdürebilmesinin imkânını ortaya koyacak yol ve yöntemlere ilişkin bakışlara sahip bu kitabın yıldızının son iki asırda âni biçimde parlamasıyla İslâm âleminin uyanışının ve dinin hükümleriyle çağdaş hayatın gerekleri arasında uyum sağlama arayışları içine girmesinin eş zamanlı olmasına dikkat çeker ve onun artık dinle hayatın arasını bulmak, bu iki gerçekliği bir arada ve birbirine paralel götürebilmek için vazgeçilmez bir kaynak halini aldığını söyler. Fazlurrahman el-Muvâfakat’ı bir hukuk felsefesi ve metodolojisi çalışması olarak değerlendirir onun katî – küllî esasların tesbiti için istikraya dayanma yöntemini, iki yönlü bir hareketten ibaret olan kendi tefsir yönteminin ilk basamağını oluşturmada kullanır, ancak ikinci aşamada Şâtıbryi terkeder.
el-Muvâfakât’in diğer sert ve aklî ilimlere atıflar ihtiva etmesi ele aldığı bazı konuların anlaşılmasını nisbeten zorlaştırmıştır. İçerik olarak yüksek bir düzeyi temsil etse de dil ve üslûp bakımından geneli itibariyle anlaşılabilir özelliktedir. Bazı yazarların da belirttiği gibi el-Muvâfakât, fıkıh usulünü cedelden arındırma ve dikkatleri asıl mâna ve maksada yöneltme amacı taşısa da eserde meselelerin birkaç cümle ile ortaya konmasından sonra muhtemel itirazlara ve bunlara verilebilecek cevaplara geniş yer ayrılması kendisinin de bir cedel kitabına benzemesine sebebiyet verir. Öte yandan çok miktarda ve lüzumsuz ara bilgiler içermesi konu bütünlüğünü bozar, her bir mesele için gereğinden fazla örnek verilmesi okuyucu açısından bıkkınlık doğurur.
Eserin çeşitli neşirleri yapılmıştır.
eî-Muvâfakât bazı âlimlerce manzum hale getirilmiş veya ihtisar edilmiştir. Bunlar arasında Muhammed Mustafa Mâülayneyn’in el-Merâhk ‘ale’l-Muvâhk, Muhammed Yahya e!-Vülâtî eş-Şinkitî’nin Tavzîhu’l-müşkilât Ü’hüşâri’l-Muvâfakât ve Muhammed b. Hüseyin el-Cîzâ-nfnin Tehzîbü’l-Mııvâfakâfı anılabilir. Günümüzde Şâtıbî hakkında yapılan çok sayıdaki araştırma ve yayın ağırlıklı olarak el-Muvâfakât.’a dayanmakta ve bu eser hakkında değerlendirmeler içermektedir. Eser Mehmet Erdoğan tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi