Osmanlı'da Millet Sistemi Nedir, Hakkında Bilgi

İslâmî li­teratürde din ile eş anlamlı olması yanın­da belli bir dinin mensuplarını ifade eden millet kelimesi  Osmanlı Devleti’nde de klasik dönemden itibaren dinî zümreleri ifade etmek için kullanılmıştır. XVI-XVIII. yüzyıllarda belgelerde “papa­nın milleti, millet-i Ermeniyân, milel-i selâse” tabirleri geçer. XIX. yüzyıldan önce millet sözünün dinî bir topluluk için kul­lanıldığı, hatta sadece Osmanlı Devleti içindekiler değil dârülharp sayılan toplum­lara da bu şekilde hitap edildiği bilinmek­tedir. Nitekim Osmanlı padişahları, Avus­turya büyük dukaları ve Alman impara­toru gibi hıristiyan ülke hükümdarlarına hitap ederken onları o milletin reisi olarak düşünmüşlerdir. Meselâ Kanunî Sultan Süleyman’ın Avusturyalı Ferdinand’a gön­derdiği nâmesinin elkâb kısmında “milletü’I-mesîhiyye ve tâifetü’n-nasrâniyye” deyimleri geçer. Burada aynı anda millet ve taife sözü yer alır. XIX. yüzyılda millet kelimesi müstakil olarak her gayri müslim topluluk için kullanılması ve dinî bir aidiyeti ifade etmesine rağmen yine XIX. yüzyıl Osmanlı siyasî terminolojisi Arapça milleti Fransızca – Latin menşeli “nation” terimine karşılık olarak kullanmış, millet kelimesi bu anlamıyla Doğu ülkelerinde modern zamanlarda yaygınlaşmıştır. Son asırda terimin ikili anlamda kullanılması dikkati çekmektedir.

Millet sistemi, bir bölgenin dârülislâma katılmasından sonra buradaki ehl-i zimmenin bir ahidnâme, hukuk ve hima­ye bahşedici bir ahidle İslâm devletinin idaresi altına girmesinden doğan bir teş­kilât, bir hukukî varlıktır. Bunu sağlayan ahidnâme tek taraflı bir tasarruftur. Bu tarifin dışında milletin hukukî veçhesinin farklı ve ayrıntılı yönleri vardır. Osmanlı Devleti, tarihteki son İslâm imparatorlu­ğu olarak bu konuda idarî bir kesinleşme ve hukukî-idarî yapıda bazı somut gö­rünümler ortaya koymuştur.

Osmanlı ilerlemesi XIV ve XV. yüzyıllar­da değişen dünya şartlarında vuku buldu. Bu iki asırlık dönemin şartları İslâm’ın ilk asirlarındaki dünyadan farklıdır. Fütuhat için Osmanlı askerî gücü ve askerî tekni­ği bilhassa uzun vadeli politik uygulama­larla birlikte yürümek zorundaydı. Halil İnalcık’a göre gayri müslimler Osmanlı İdaresi altında dört farklı devir veya aşa­madan geçmiştir. İlk fütuhat dönemin­de etkili propaganda yapılmış, fetihten sonra köylü, şehirli zenaatkâra, ruhban ve toprak sahiplerine bazan İslâm huku­kunu bile zorlayan imtiyazlar verilmiş, fe­tih öncesine ait hukukî müessese ve kai­deleri sürdürülmekle beraber eski düzen ağır şartlar içeriyorsa lağvedilmiş, eski yönetici grupları ve toprak sahipleri as­kerî zümreye sokulmuştur. Bu politikaya ve sisteme “İstimâlet” denmiştir. Fetih­ten sonra da durumun değişmesi için zor­layıcı sebepler olmadıkça bu statü de­vam etmiştir. Balkanlar’da fâtihlerle uz­laşmayan eski feodal zümrenin zamanla ya müslüman cemiyeti içinde eridiği ve­ya sahneden çekildiği görülür. Fakat Os­manlı cemiyet nizamı bu muhtelif dinle­rin millet sistemi içinde varlığını sürdür­mesi şeklinde oluşmuştur.

Millet teşkilâtı etnik (kavmî) ve lisan aidiyetine değil din ve mezhep esasına dayanır. Ermeniler’in hepsi tek bir Erme­ni milleti olarak görülmez. Bunlar Gre-goryen (Ermeni ismiyle), Ermeni-Katolik Ermeni (Katolik ismiyle) şeklinde iki millet halinde teşkilâtlanmıştır. XIX. yüzyılda 1850’den sonra Protestan taifesi içinde yer alan Ermeniler de olmuştur. Zamanla Protestanlık tanınınca Ermeniler üç mil? lete mensup oldu. Bir süre Süryânî kadîm cemaati Ermeniler’le birlikteydi. Bunun sebebi, ikisinin de “anti Chalcedon [Kadıköy Konsili karşıtı] denen mezhep içinde bulunmasiydı. Musevî milleti ise Karaim mezhebindeki yahudilerle hem bir arada idi hem bir arada değildi. Ferman ve işlemlerde Musevî milleti haham-başısı ve Karaîm milletbaşından söz edi­lir. Bu iki cemaatin ayrılığı daha çok ida­rî, malî meseleler açısından böyle görül­müş olmalıdır. Bulgarlar, Sırp­lar,[bir ara XVI. yüzyılda Peç-İpek patrik­liği kurulmuşsa da lağvedilmiş ve Sırp ki­lisesi XIX. yüzyıl başına kadar bu açıdan mevcut olmamıştır] Ortodoks Arnavut ve Rum Ortodoks Araplar, Helen unsurla be­raber Fener’de Rum Ortodoks Patrikhânesi’nin ruhanî, malî, idarî, hukukî ve san­sürcü [eğitim ve yayın sansürü] denetim ve yönetimine tâbi idiler.[Fener semtine patrikhanenin taşınması XVI. yüzyıl sonundadir] XIX. yüzyılda ulusçu hareket­ler sırasında bu unsurların Babıâli’den çok Helen unsurla ve patrikhaneyle mü­cadelesinin sebebi budur. Aralarındaki ça­tışma ve olaylar cemaatlerin tarihinde derin izler bırakmış, Makedonya ve Bul­garistan’da Katolik kilisesi kurma ve bu mezhebe girme sebebi de bu gibi ulusçu duygular sayesinde olmuştur. Zira pat­rikhane bu unsurlara ibadet ve eğitimde kendi dillerini kullanma izni vermiyor, yüksek rütbeli ruhbanı hep Helen unsur arasından tayin ediyordu. Bu durum Or­todoks Araplar arasında da o günden bu­güne bir huzursuzluk yarattı ve Grek-Katolik denen (Melkâiyye, Melkit) kilise­ye geçme eğilimini arttırdı. XIX. yüzyılda Filistin’de yerli hıristiyan Araplar’la Orto­doks kilisesi ruhbanı arasındaki bu geri­lim ve mezhep değiştirme olayını Rus pe­der Porfirij nakleder. Esasen ekümenik (universal) unva­nıyla itibar ve kudretine Osmanlı devrin­de ulaşan Ortodoks kilisesi XIX. yüzyılda Sırp, Eflak, Bulgar ve hatta Yunan kilise­lerinin özerk olarak kopmalanyla zayıfla­dı. Rum Ortodoks kilisesinin ve patriğinin konumu imparatorlukta millet sistemi­ne en tipik örnek olmuştur. Bu çok ulus­lu yapıyı gösterir. Bunun aksine Ermeni ulusunun üç millete ayrılması da Osmanlı millet sisteminin özelliğini belirler.

İslâm ülkesi içinde gayri müslim züm­relerin zimmî statüsünde hakları ve yü­kümlülükleri vardır. İslâm devletinde gay­ri müslimler himaye altındadır. Buna kar­şılık bazı farklı vergiler (tarımda haraç) ve baş vergisi (cizye) öder. İslâm devletinin daha ilk asrında gayri müslimlerin müslüman olmasıyla baş vergisinden sağlanan gelir azaldığından bir süre sonra vergiye esas olan unsurun mükellefin kendisi de­ğil arazisi olacağı yorumu ortaya çıktı ve haracî arazi sınıflandırması yapıldı. Uy­gulamada Roma, Bizans, Sâsânî impara-torluklarındaki gibi devletin resmî dini dışındaki unsurlardan alınan cizye vergisi, İslâm hukukunun esasları içinde askerlik yükümlülüğüne karşılıktı. İslâm tarihin­de bu tabir XIX. yüzyıl modernizasyonu sırasında kalkmışsa da vergi gayri müslimlerden bedel-i askerî adı altında top­lanmıştır.[bazı gayri müslimlerin orduda ve donanmada asker olduğu bilinmekte­dir; bundan başka bazı müslüman genç­lerin de bu bedeli ödeyip askerlikten mu­af olduğu görülmüştür; diğer taraftan I, Dünya Savaşı’nda askerlik muafiyeti geniş ölçüde lağvedilmiş, gayri müslimler de orduya alınmıştır; ordunun meslek sınıflarında bir hayli gayri müslim zabit vardı] Ayrıca İslâm devleti, eski imparatorluk­ların bu sahadaki âdet ve kurumlarından uygun görülenleri kabul etmiştir. Meselâ Sâsânî İmparatorluğumda hıristiyan kili­selerinin çan çalması hoş karşılanmaz, bir tahta tokmakla dövülmek suretiyle ce­maat âyine çağırılırdı. Bu usul Osmanlı Devleti’nde de hep benimsendi; ancak 1856 Islahat Fermanı hükümleriyle ya­sak kalktı. Kudüsteki Kutsal Mezar Kilisesi’ne [Saint Sepalchere] Rus çarı dev bir çan hediye etti. Fakat eski tahta tokmak çalma geleneğini hıristiyanlar da benim­semiş olmalı ki bugün dahi âyin başında çanlarla birlikte aynı yerde tahta tokmak vurulmaktadır. Değişik din mensupları­nın ayrı kıyafet giyme mükellefiyeti de bu gibi düzenlemelerdendir. Ancak kılık kı­yafet ayırımı ve farklı mahallelerde otur­ma gibi zorunlulukları gayri müslim grup­lar da benimsemiştir. Gayri müslim için de müslümanla karışmama, dinini ve ge­leneğini bu yolla devam ettirme gibi bir keyfiyet söz konusuydu. Zimmî tebaanın hakları ve konumu iti­bariyle ikinci sınıf bir zümre olduğu ileri sürülürse de aslında bu ifade ile anonim kurallar içinde yaşayan bir toplum düşü­nülmektedir. Halbuki millet sisteminde her dinî zümre kendi bölümünde yaşar; mensuplarının refahı, yükselmesi, ceza­landırılması da bu içtimaî sistem içinde­dir. Her dinden toplumun bütününü içi­ne alan kurumlar yoktur. İslâm devletin­de ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki mil­let biçiminde teşkilâtlanma ve ferdin dinî kompartımana aidiyeti, modern dünya­daki azınlık statüsü ve psikolojisinden hem objektif hem sübjektif esasları iti­bariyle farklıdır. Millet sözü gerçekte dinî bir aidiyeti ifade eder ve fert, doğduğu millet kompartımanının içinde o cemaa­tin ruhanî otoritesine bağlı olarak yaşar. Ancak ihtida ederse bu Kompartımanı de­ğiştirir. İslâm devleti gayri müslimlerin ihtida dışında bir dinden öbürüne geç­mesini hoş görmez; pratikte de bu peK olmamıştır.[yahudi cemaatinden Hıristi­yanlığa, hiristiyanlardan Yahudiliğe geçiş gibi] Fakat hıristiyan cemaatin kendi için­de mezhep değiştirme olayları görülür. Ekalliyet (minorite, azınlık) sözü devlet ve Osmanlı toplum hayatına imparatorluğun son on yıllarında girmiştir. Millet kompar­tımanına mensup oian kimse modern toplumdaki azınlığın aksine bazı davranış ve tutumlar sergiler. Bu aidiyet fertlere aile ve cemaat içinde bir güvenlik ve kimlik verir. Kendi toplumsal grubunda ken­di geleneği, babadan oğula sözlü kültürü içinde yaşar. Kompartımanlar arasında ilişki de azdır, çatışma da. Modern top­lumdaki azınlık ferdi gibi çevre ile yarış­ma, kimlik ispatı, asimile olma veya asi­milasyona karşı direnme dolayısıyla çatış­macı davranışlara girme gibi durumlar söz konusu değildir. Bu gibi rekabetler ve cemiyet hayatında kozmopolit seçkin­ler içine girmek için çekişmeler, Osmanlı cemiyetinde son asırdaki uluslaşma ve modernleşme ile başlamıştır. XIX. yüz­yılda her dinden bir grup genç impara­torluğun eğitim kurumlarında bütün di­ğer kompartımanlardan insanlarla bir­likte eğitilmiş, bürokrasiye girmiş, yük­selmiş ve Osmanlı seçkinleri içinde yer almışken bir grup bu sürecin dışında kal­mış, ulusçu akımlar ve çatışmalara katıl­mış, diğer kalabalık üçüncü grup ise asır­lardan beri sürdürdüğü hayatı köylü ve şehirli zenaatkâr ve esnaf olarak devam ettirmiştir.

Millet teşkilâtı bir sosyal sınıflama esa­sına dayanmaz. Her millet grubu içinde Osmanlı toplumunun imtiyazlıları bulu­nabilir. Genellikle “askerî” tabiri altında sınıflandırılan ve hizmet karşılığında be­lirli veya hemen bütün vergilerden muaf zümre her millet grubunda vardır. Me­selâ martolos denilen hıristiyan askerle­ri, voynuk adı verilen sipahi statüsündeki Bulgar savaşçıları, çeşitli dinlerden derbendciler veya bir Rum metropolit, bir Ermeni vartabed yahut “amira” zümresi üyesi (memurlar) Ermeniler veya bir ha­ham ve hahambaşı tıpkı bîr müslüman müderris ve mütevelli gibidir. Askerî sı­nıfın dışında reâyâ denilen, vergi veren, angarya yükümlüsü ve silâh taşıyamayan geniş zümreye müslüman, hıristiyan, ya-hudi herkes dahildir. Bunların yükümlü­lüklerinde ancak malî bir uygulama farkı olur.[bir kısmının, meselâ müslümanla-rın cizye vermemesi gibi]

Millet teşkilâtının hukukî esasının ay­rıntılı yönleri ve farklılıkları vardır. Önce­likle Rum milleti [Rum Ortodoks veya Ba­tı dillerinde yanlış olarak Greek Orthodox denen] ele alınırsa başlangıçta Helen et­nik unsurun ağırlık kazandığı bu kilisede başka etnik grupların varlığı da söz konu­sudur. Zamanla bu farklı etnik gruplar bilhassa XIX. asırda kiliseden koptu ve Rum Ortodoks kilisesi âdeta Batılılar’in dediği anlamda bir Helen ulusal kilisesi­ne dönüştü. Günümüzde bu kilisenin en önemli sorunu Yunan isyanıyla Yunanis­tan’da doğan özerk kiliseyle olan müca­delesidir. Osmanlı döneminde Rum Or­todoks kilisesi derken tabir Roma anla­mında kullanılır ve kilisenin kendisi için kullandığı “ekümen” unvanı aslında Ro­ma ile bağdaşır. Doğrudan Roma tabiri Osmanlılığın siyasî hâkimiyet alanı hede­fiyle de bağdaşmaktadır. XIX. yüzyılda bu kiliseden ayaklanmalar dolayısıyla önce Sırplar. Yunan isyanından sonra da Atina merkezli Yunanistan patrikhanesinin ku­rulması, ancak II. Dünya Savaşı’nın ar­dından tanınmakla birlikte Romanya ve 1870te Fener’den ayrılan Bulgar EksarkIığı. Fener Rum Ortodoks Patrikhânesi’ne ağır darbeler indirmiştir. Kıbrıs başpis­koposluğu ve Sînâ yarımadasındaki Saint Katherina Manastır Cumhuriyeti Hıristi­yanlığın ilk asırlarından, Rusya patrikliği ise XV. yüzyıldan beri özerktir.

Bilhassa millî devletlerin doğuşu ve ar­dından Tanzimat reformları Rum Orto­doks kilisesinin birliğini bozdu; nüfuz ala­nı azaldı. Meselâ 1830’da Filistin’deki hı­ristiyan Araplar’ın % 9O’i Rum Ortodoks iken asrın sonunda bu oran % 30’a indi. 27 Nisan 1851’de Rum Or­todoks Araplar’ın Müslümanlığa geçmesi­ne izin veren ferman çıkarıldı. Bu durum, meselâ İhtida dışında mezhepten mezhe­be geçişi hoş görmeyen hatta yasaklayan klasik millet nizamıyla bağdaşmaz.

Ardından takaddüm meselesi çıktı. Devlet protokolünde, şehir ve taşra yö­netiminde İdarenin işlemlerine katkı ve hıristiyanlan temsil konusunda Rum Or­todoks ruhbanının önceliği ve üstünlüğü vardı. Tanzimat’ta bu durum diğer gayri müslim ruhbanın itirazına yol açtı. “Der-saâdet’te Rum kilisesi cümleden eski ol­makla birlikte Rum patriğinin mevâki-i resmiyyede şâirlerine takaddüm olunma­sını iktizâ eder ise de taşrada bazı ma­hallelerde Ermeni ve Katolik milletlerin nüfusu ziyade olduğundan onların takad­düm etmesi, aksi takdirde taşra meclislerinde münazaa çıktığı resmen ilân edildi. Tanzimat döneminin bu politikası Rum Ortodoks kilisesinin çöküş devridir. Tanzimat’tan sonra Rum patriği de diğer ruhanî reis­lerle protokolde eşitlendi ve hepsi “rütbetlü” unvanıyla zikredildi.

Tanzimat ruhbandan olmayan tüccar ve memurların Rum, Ermeni ve Musevî millet meclislerine üye olarak cemaat iş­lerini yürütmesini, hatta patrik ve haham-başının seçimlerine katılmasını sağladı. Museviler için çok şey değişmemekle be­raber şüphesiz kiliselerin yetkisi azaldı. Bununla birlikte eski devirden beri ruhanî reislerin nihaî tayin ve azil makamı Babı­âli idi ve bu yetki sıkça kullanılırdı. Meselâ XVII. yüzyılda elli sekiz Rum patriği de­ğiştirildi. Ortalama yönetim süresi yirmi aydı. Hatta Patrik III. Kalinikos için 1757 yılında bu süre ölümünden önceki birkaç saatten ibaretti.

Ermeniler için millet statüsünün tarihi konusunda ihtilâf vardır. Genelde Fâtih Sultan Mehmed’in, Bursa’dan getirttiği metropolit Hovakim’i İstanbul’da patrik tayin ettiği 1461 tarihi kabul edilir. XVI ve XVII. yüzyıllarda da İstanbul Ermeni pat­riğinin Osmanlı Ermenileri’nin milletbaşısı statüsünde olduğu anlaşılmaktadır. Eçmiyazin, Sîs ve Ahtamar katolikosluklarına ve Kudüs patrikliğine rağmen Er­meni patriğinin Osmanlı Ermenileri’nin milletbaşısı olduğu görülür. Şüphesiz bu durum XIX. yüzyıl için de aynıdır. Artık Eçmiyazin, Rusya İmparatorluğu sınırla­rı içindeydi ve İstanbul’daki patriğe karşı ruhanî üstünlük durumu vardı, idarî bir bağı yoktu. Ermeni milleti, XVII ve XVIII. yüzyıllarda Katolik misyonların faaliyet­leriyle kadîm Ermeni kilisesini terkede-rek Katolikliğe geçenler dolayısıyla nüfuz kaybetmiştir. Ocak 1830’da II. Mahmud Ermeni Katolikleri’ne millet statüsü ver­di. Bu durum, eski Ermeni kilisesini za­yıflattığı gibi bundan daha önce Süryân-i Kadîm kilisesinin de müstakil olarak ka­bulü Ermeni patriğinin nüfuz ve nüfus alanını daralttı.

İstanbul, İzmir ve Selanik’te eskiden beri, Sayda, Trablusşam, Halep gibi şehir­lerde Osmanlı devrinde yerleşen tüccar, zenaatçı İtalyanlar vardı. Ancak XVIII ve XIX. yüzyıllarda İtalya ve Batı Avrupa’dan iş arayan çeşitli kavimlerden insanlar da buralara göç etti. Roma Katolik kilisesine tâbi Levanten denilen bu gruplar Latin taifesi olarak ayrı tasnife tâbi tutulur. Ta­ife millet statüsünde bir topluluk olma­yıp bir cemaattir. Levantenlerden “na-tion” diye bahsetmek mümkün değildir, zira etnik birlikleri yoktur. Bunların için­de Almanca, Macarca, Çekçe, Fransızca. İtalyanca konuşanlar vardı; fakat zaman­la hepsi kendine özgü deyiş ve şiveli bir Fransızca kullanmaya başladı. Latin taife­si doğrudan Roma Katolik ritüeline tâbi İdi. O çağda Roma Katolik kiliselerinde ibadet dili Latince idi. Fetihten sonra Galata’daKi Latinler’in statüsü konusunda Halil İnalcık, Muharrem 857 [Ocak 1453] tarihli ahidnâme ile Fâtih Sultan Meh­med’in daha kuşatma başlamadan Gala­ta Cenevizlileri’ni belirli ölçüde bertaraf etme politikası izlediğini belirtir. Bu bir Galata Özerkliği değildir. Zira Cemâziyelâhir 857 [Haziran 1453] ahidnâmesinde bu özerkliğin verilmediği açıktır. Ancak Ceneviz ahalisine zimmî statüsünde be­lirli haklar tanınmıştır. Zilhicce 882’de [Mart 1478] yapılan Galata tahririyle Ga-lata’da 332 hâne Avrupalı’nın yaşadığı tesbit edilmiştir. Buna Kefelilerin 267 hanesi de ilâve edilmelidir. Galata’da La­tin milletinin Saint Anne, Saint Benedict, Saint Giovani Ospedale, Saint Sebastiano, Saint Antonio, San Giorgio, Saint Maria, San Nicolo, Saint Pietro et Paulo gibi kiliseleri vardı. Bu kiliseler pratikte ya­bancı elçiliklerin ve misyonların himayesi altında bulunmaktaydı.

Latin cemaati veya Latin milleti impa­ratorluğun Rum Ortodoks, Ermeni, Er­meni Katolik ve yahudi millet teşkilâtı gi­bi değildi. İstanbul’da yaşayan Levanten­ler [Latin cemaati] yabancı diplomatik mis­yonlara ve dinî gruplara ait kiliselere de­vam eder, dinî hizmet ve ibadetleri ya­bancı tebaalı ruhban tarafından yerine getirilirdi. Başlarında milletbaşı olabile­cek, temsilcilik yapabilecek tebaa-i şaha­neden bir din adamı yoktu. Bunlar ecnebi olduğundan ruhanî reisleri de bulunma­maktaydı. Bu sebeple tebaa-i şahaneden olan gayri müslimlerin aksine günlük iş­leri için gereğinde vekilleri aracılığıyla hü­kümetle temas ederledi. Latin vekâleti bu bakımdan hukukî bir temsil ve zümre idaresinden farklı bir şey değildi.

Şark Katolikleri ise Ermeni-Katolik, Süryânî-Katolik, Kobt-Katolik ve 1860′-tan sonra Bulgar-Katolik cemaatleriydi. İbadette kendi dillerini kullanırlar. Roma kilisesine tâbi olmakla beraber kendi özgün ritüel ve hiyerarşilerini bîr nevi özerk­lik içinde korurlardı; Lübnan Mârûnîleri ve Melkitler de [Grek-Katolik] böyledir.

Musevî milleti Osmanlı topraklarında en dağınık ve en çok dilli bir cemaatti, İspanya’dan gelenlere Sefarad denirdi ve bunlar Judeo-Espanyol (Ladino) konuşur­lardı. XVIII ve XIX. yüzyıllarda Doğu ve Orta Avrupa’dan göç edenler Yidiş dili ko­nuşan Aşkenaziler’di. İmparatorlukta Me­zopotamya’da Ârâmîce, diğer Doğu ülke­lerinde Arapça konuşan yahudiler vardı. Bu millet öbürleri gibi bir merkezin sıkı bağı altındaki bir cemaat değildi. Çünkü Yahudilikte de İslâmiyet gibi ruhban sı­nıfı ve kilise yoktur. Zamanla Osmanlı po­litikasının da teşvikiyle XIX. yüzyılda [bil­hassa II. Abdülhamid devrinde hahamba­şı kaymakamı Moshe Halevy ve II. Meşrutiyet’te hahambaşı Haim Nahum devrin­de] İstanbul’daki hahambaşının diğer ce­maatler üzerindeki üstünlüğü fiilen sağ­landı. Osmanlı kançılaryasının klasik de­vir kayıtlarında bazı durumlarda hıristi-yanlar için “kefere” tabiri kullanıldığı hal­de yahudiler için bu tabir kullanılmaz, “kefere ve yahudi taifesi” denirdi. Mûsevîler’le hiristiyanlar, özellikle Helen Rum Ortodokslar arasındaki münâferet zaman zaman Babıâli için problem çıkarırdı. XIX. yüzyılda Osmanlı yahudi milleti de tüc­car ve memur üyelerin yer aldığı bir “mil­let meclisi” kurdu.

Millet sisteminde var olan değişmez bazı kurallar umumi asayiş için gerekliy­di. Milletbaşı olan makamın malî iltizam yetki ve görevlerini yerine getirmesine destek olunurdu. Ruhanî reisin devlet adına koyduğu vergilere karşı çıkılması ve toplanmasına direniş gösterilmesi duru­munda kolluk kuvvetleri devreye soku­lurdu. Millet başına saygısızlık ve özellikle toplu isyan devlete karşı yapılmış sayılır­dı. Bunun tipik örneği 8 Ağustos 1820 tarihinde mutaassıp Gregoryen Ermeni-leri’nin Patrik Bogos’a karşı baş kaldınlarında görülür. Onlar patriği Katolik pro­pagandasına mani olmamak, hatta Kato­lik Ermenileri korumakla suçluyorlardı. İsyan devlet tarafından şiddetle bastırıldı. İdam edilen birkaçının yaftalarına “mille­tin esâfilini tahrik edip patrikhaneyi bas­tıkları” yazıldı. Bu ibare özellikle II. Mah-mud tarafından tembih edilmişti. Bura­da yer alan, “Reâyâ makülesinin cemiyet ile kenîse basmaları devletçe hazmolunur hal değildir” cümlesi millet başına saygıyı ve yüklenen görevi gös­terir. Bu görevi yerine getirmeyenler az­ledilir, cezalandırılabilir. Rum patrikleri gibi genelde Ermeni patrikleri de sık sık değişirdi. Milletine hâkim olamayan ru­hanîyi idare de tutmazdı. Buna karşı II. Mahmud ve II. Abdülhamid gibi otoriter hükümdarlar, cemaatini kuvvetle idare eden ruhanî reisleri ve “amira” ve Fenerli Bey gibi mülkî âmirleri yerlerinde tutmuş ve desteklemişlerdir. Bu dönemde nüfuz sahibi ve uzun süre görev gören ruhanî reis ve gayri müslim mülkî âmirlerin sa­yısı fazladır.

Şartlar ve dış dünyanın baskıları sebe­biyle XIX. yüzyıldaki misyonerlik etkili gö­rünüyorsa da devletin diğer gayri müs­lim cemaatlerle birlikte XVII-XVIII ve bil­hassa XIX. yüzyıllarda Katolik misyon faa­liyetlerine ve Protestanlığa karşı direndi­ği açıktır. Milletbaşının gelenek ve inanç­larına karşı tehditkâr ve tahrikçi faaliyet­te bulunmakla itham ettiği şahıs ve züm­releri devlet kolluk kuvvetleri baskısıyla patrik ya da hahambaşının talebi üzeri­ne cezalandırırdı. En tipik olay 1660’lar-da sahte mesîh denilen Sabatay Sevi’nin mahkemesidir. Hahamların Sabatay Sevi’yi şikâyeti ve şeriatlarını ihlâl ettiğini ileri sürmeleri üzerine kurulan mahkeme heyetinin onu idama mahkûm edeceği sırada hahamın ihtida etmesiyle kurtul­ması sağlandı. Bunun için ona ve taraf­tarlarına müslüman olmaları telkin edil­mişti. 15 Teşrinievvel 1296 [27 Ekim 1880] tarihli, Saİnt Petersburg sefaretinden Yıl­dız Sarayı başkitâbetine yazılan telgrafnâmeden ise Protestan rahiplerin, Ermeni Gregoryen mezhebi aleyhindeki kötü ni­yetleri ve okullar açmak gibi faaliyetlerine karşı çıkıldığı anlaşılmaktadır. Okul açma ve kitap basımı patriklerin kontrolündeydi; ancak bu faaliyetin ve patrikhanenin denetimini de hükümet yapardı. Âyin ve ibadet serbestliği propagandanın da serbest yapılacağı anlamına gelmiyordu. Tanzimat ve Islahat fermanlarından son­ra da aslında devlet, gayri müslimlerin kilise ve mektep gibi binaları serbestçe yapmasını mümkün olduğunca engelle­miştir. Fakat artık eski dönemden farklı bir safhaya geçilmişti.

Gerek klasik devirde gerekse XIX. yüz­yılda milletlerin temsili ve imparatorluk protokolünde yer almaları Osmanlı devlet geleneğinin en çok önem verdiği husus­lardandır. Fâtih Sultan Mehmed’in Rum Ortodoks Patriği Ghennadios’u tayin eder­ken gösterdiği ihtiram ve verdiği proto­kol imtiyazı bilinmektedir. Fâtih Sultan Mehmed milletbaşına at hediye etti ve ruhanî reisler o zamandan beri askerî sınıf üyesi olarak binek hayvanı kullanmak gibi ayrıcalıklara sahip oldular. Son dö­nemlerde yapılan merasimlerde, muaye-de ve cülusta ruhanî reisler öncelikle yer­lerini alırlardı. Bu hususun bilhassa XIX. yüzyılda takaddüm meselesini de ortaya çıkardığı açıktır.

Millet gruplarının evrensel bir impara­torluktaki temsil ve kamu hizmetinden millet esası ve düzeniyle yararlanmak is­tedikleri açıktır. XIX. yüzyılda gayri müs­lim nüfus oranı üçte bir olarak kabul edi­liyordu. Tıbbiye, Mülkiye, Galatasaray gibi okullara gayri müslim milletlerin gençleri üçte bir miktarda alınıyordu. Bu miktar, millet grupları esasına göre ve yine mil­let teşkilâtının istek ve talebi üzerine dü­zenlenen bir kontenjanı göstermekteydi. Millet tipi ör­gütlenme son dönem imparatorluk pro­tokolüne de yansıdı. Meselâ cuma selâmlığında asker, çavuş ve subaylar arasında her milletin kontenjanına önem verilirdi. 2 Muharrem 1295 [6 Ocak 1878] tarihli irade Süryân-i Kadîm patriği, Protestan ve yahudi milletlerinin, Latin taifesinin arzuhali üzerine cuma selâmlığındaki muhtelif milletlerden mülâzım ve çavuş­ların tesbitini emreder. Mil­let teşkilâtlanmasının en renkli temsil yansıması Diyarbekir Vilâyet İdare Mecli-si’nde görülür. Bölgedeki bütün hıristiyan milletlerin ve hatta Şafiî ve Hanefî müftü­sünün meclisin tabii azaları arasında yer alarak tarihte görülmemiş bir ruhanî şû­ra meydana getirdikleri söylenebilir. Mil­let teşkilâtlanmasının bu özellikleri dola­yısıyla salt ruhanî iltizam sistemi olarak adlandırılması pek mümkün değildir. Şüp­hesiz malî alanda millet yapılanması dev­letin malî işlemlerini kolaylaştırmıştır. Hatta siyasî hâkimiyetin kontrolü ve asa­yişin sağlanması bakımından bu sistemin idare cihazına kolaylık getirdiği açıktır ki bu da bir tür iltizamdır. Fakat öte yandan kültürel mirası muhafaza, kültürel kim­liğin devamı açısından millet sisteminin bu mekanizmasının ötesinde özgün yön­leri vardır. En büyük zenginlik de aile hu­kuku alanında her milletin kendi yapısını koruyup sürdürmesidir. Bizzat Roma hu­kukunun dahi Avrupa’daki gelişiminden ayrı bir dal halinde “Turkokratia” diye bi­linen, Osmanlı devrine ait kendine Özgü Bizans sonrası bir safhası vardır. Bu, mil­let sisteminin kendi kompartımanı için­de o toplumun hukukî mirasını muhafaza etmesiyle ilgili bir durumdur.

Osmanlı millet teşkilâtı altı asrı aynı yapı içinde geçirmemiştir. 1856 İslahat Fermanı’ndan sonra cemaatlerin her biri, laik unsurların da cemaat idaresine katı­lım talebiyle yavaş yavaş birer nizamna­me çıkarttırmış, patrik ve ruhanî kurul­ların yanında millet meclislerinin teşek­külü safhasına girilmiştir. Böylece millet teşkilâtı âdeta bir “şahsiyyet-i hükmiyye” kazanmış, cemaatlerin vakıf, okul ve iç­timaî tesislerinin idaresi ve denetimi bu meclislerin eline geçmiş bulunuyordu. Patrikhanelerin yetkileri azalmış, ruhban dışı laik unsurların idarede ve fikir haya­tında rolü artmıştı. Bu gibi kurumlaşma­lar aslında ulusçuluk ve ayrıkçılığı doğu­ran ve arttıran sebeplerdi, fakat öte yan­dan bu millet meclisleri ulusçu eğilim ve hareketlere karşı da Babıâli’nin kontrol ve yönlendirme mekanizmaları olarak rol oy­namışlardı. XIX. yüzyılda Osmanlı dünya­sı ulusçu akımların dışta ve içteki patla­masına açıktı. Millet teşkilâtını Tanzimat devri yöneticisi, cemaatlerin içinde Os­manlıcı bir seçkinler zümresi yetiştirmek ve bu organları kullanarak gayri müslim cemaatleri yönetmek için bir zemin hali­ne getirmişti. XIX. yüzyılda Osmanlı mil­let teşkilâtının yeniden düzenlenmesi, as­rın çetin şartları göz önüne alınırsa özgün bir buluş olarak değerlendirilebilir.

Osmanlı millet nizamı belli bir coğraf­yada yaşayanlar kadar dağınık yerleşme biçimi gösteren, bazan aralarında dil bir­liği bile olmayan (Museviler gibi) grupların da imparatorluğun hayatı boyunca kül­türel değilse de dinî kimliklerini koruma­sını sağlamıştır. Hatta bu sistem sayesin­de dinî kompartımanın içinde geçişme ve kimiik özümsemeleri olmuştur. Bazı Bul­garlar ve hıristiyan Arnavutlar Helenleş-miş, aynı şekilde Anadolu’nun Karamanlı denen Türk asıllı, Türkçe konuşan Ortodoks hıristiyanları tarihlerini Helen olarak kapamak zorunda kalmıştır. Aynı şekilde müslüman olan bazı unsurlar da dilleri farklı olduğu halde Türk kimliğini benim­semiş veya buna bitişmiştir.

  • Millet Nedir, İslamda, Kuranda Millet Kavramı

TDV İslâm Ansiklopedisi
vikipedi

Daha yeni Daha eski