Müfessir. Sözlükte “açıklamak, beyan etmek, izhar etmek” anlamındaki fesr kökünün “tefîl” kalıbından (tefsir) türeyen müfessir kelimesi “Kur’ân-ı Kerim’i yorumlayan kimse” demektir. Tefsir Kur’an’da bir yerde geçer.[Furkan 25/33] Müfessir kelimesinin ilk defa ne zaman kullanıldığı yolunda açık bilgi yoksa da Taberî gibi nisbeten müteahhir bir müfessirin Kur’an’ı açıklayanlar için bu kelimeye yer vermesi daha öncesinde de kullanıldığının işareti olarak kabul edilebilir. Abdullah b. Abbas için İbn Mes’ûd’un zikrettiği “tercümânü’l-Kur’ân” ifadesi büyük ihtimalle “müfessir” anlamına geliyordu. Kaynaklarda müfessir yerine “ehlü’t-tefsîr, ashâ-bü’t-tefsîr, ehlü’t-te’vîl, ashâbü’t-te’vîl” tabirleri de kullanılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm”e göre onu yorumlama yetkisi Allah’tan sonra Resûl-i Ekrem’e aittir. Zira bir meselenin halli konusunda Allah-Resûlullah-ilim sahibi üçlemesi muhtelif vesilelerle zikredilmiş, Nahl sûresinde (16/44) Resûlullah’a Kur’an’ı açıklama görevinin verildiği belirtilmiştir. Kıyâme süresindeki (75/19), “Sonra şüphen olmasın ki onu açıklamak da bize aittir” ifadesinden Kur’an’ı yorumlama işinin Resûl-i Ekrem’e Allah tarafından öğretildiği anlaşılmaktadır. İbn Teymiyye, Nahl süresindeki âyeti delil göstererek Resûlullah’ın Kur’an’ın lafızlarını açıkladığı gibi mânalarını da açıkladığını ileri sürer. Nitekim Hz. Peygamber bazan âyetteki bir kapalılığa işaret eder, bazan âyetle ilişkili olarak sorulan bir soruya cevap verir, bazan da Kur’an’ı Kur’an’la tefsir ederdi. Resûl-i Ekrem’in Kur’an’ı tefsir edici mahiyette davranışlarda bulunduğuna dair örnekler vardır ve bunlar sözlü tefsirinden daha yaygındır. Resûlullah’ın ahlâkını soran bir kimseye Hz. Âişe’nin, “Sen Kur’an’i okumaz mısın? Onun ahlâkı Kur’an’dı” diye cevap vermesi bu konuda önemlidir.
Hz. Peygamber’in âyetlerin ne kadarını tefsir ettiği hususu tartışmalıdır. Hz. Âişe’nin, “Resûlullah, Allah’ın kitabından Cibril’in ona öğrettiği kadar tefsir ederdi” şeklindeki sözü onun tefsirlerinin hem ilâhî kaynağa dayandığını hem çok olmadığını göstermektedir. İbn Akile el-Cevherü’l-manzûm ü’t-tefsîr bi’î-merfûc min kelâmı seyyidi’l-mürsetin ve’l-mahkûm adlı tefsirinde Hz. Peygamber’in bu nitelikteki söz ve fiilleriyle ilgili rivayetleri toplamıştır.
Ashap, Resûl-i Ekrem’in sağlığında Kur’an’ı yorumlamak yerine ortaya çıkan problemlerin halli için ona başvurmuştur. Resûlullah’ın vefatından sonra bu görevi onun eğitiminden geçerek Kur’an tefsiri alanında ehliyet kazanan sahâbîler yapmaya çalışmıştır. Başta Abdullah b. Abbas olmak üzere Übey b. Kâ’b ve Abdullah b.Mes’ûd ashap içinde bilinen meşhur müfessirlerdir. TâbSn döneminde oluşan Mekke, Medine ve İrak (Küfe) tefsir mektepleri bu üç müfessirin çevresinde onların talebeleri tarafından şekillendirilmiştir. İbn Abbas’ın müfessir olarak otoritesini ortaya koyan en önemli kriter ondan gelen rivayetlerin çokluğudur. İmam Şafiî, İbn Abbas’tan nakledilen rivayetlerin sayısının 100 kadar olduğunu söylemiş şöhretinden dolayı ona hadis isnat edildiğini ileri sürenler olmuştur.
Hz. Peygamber’in, Kur’an’ın tefsiri konusunda bilgisizce konuşanların cehennemle cezalandırılacağını ve Kur’an hakkında kendi re’yi ile söz söyleyenlerin isabet etseler bile hatalı yolda bulunduğunu bildirmesi sahabenin ve tabiîn neslinin tefsir hususunda ihtiyatlı davranmasına yol açmıştır. Nitekim Hz. Ebû Bekir’e Abese sûresinin 31. âyetinin mânasının sorulması üzerine, “Allah’ın kitabına dair bir şeyi kendi fikrime göre tefsir eder veya bilmediğim halde söylersem hangi yer beni üzerinde taşır, hangi sema beni gölgelendirir?” dediği rivayet edilmiştir. Ancak bir yandan re’y ile tefsiri yasaklayan rivayetlerin isnadının tartışmalı olması, öte yandan Kur’an’ı yorumlamayı teşvik eden rivayetlerin bulunması ve sözü edilen yasaklamanın Kur’an hakkında delilsiz konuşma ile ilgili sayılması Kur’an’ın yorumlanmasının gerekli olduğu şeklindeki anlayışa kapı açmıştır. Bu sebeple tabiîn neslinden başlamak üzere dirayet tefsiri yöntemi giderek artan bir şekilde kullanılmıştır.
Tabiîn devrinde müfessirlerin sayısı bir hayli çoğalmıştır. Saîd b, Cübeyr, Mücâhid b. Cebr, İkrime el-Berberî, Tâvûs b. Keysân, Atâ b. Ebû Rebâh, Ebü’l-Âliye er-Ri-yâhî, Muhammed b, Kâ’b el-Kurazî, Zeyd b. Eşlem, Alkame b. Kays, Mesrûk b. Ec-dâ”, İbrahim en-Nehaî, Hasan-ı Basrî ve Katâde b. Diâme bunların önde gelenleridir. Bu dönemin müfessirleri aynı zamanda muhaddis ve dil âlimi olduğundan tefsirlerinde bunun yansımaları yanında kendi anlayışlarını görmek mümkündür. Bununla birlikte Resûl-i Ekrem’den ve sahabeden gelen rivayetleri öncelikle dikkate alıyorlar, Ehl-i kitap’tan derledikleri bilgileri de kullanıyorlardı. Bu sebeple ilk dönem rivayet tefsirleri içinde tabiîn müfessirlerinin ayrı bir yeri vardır. İbn Ebû Hâtim’in tefsirinde bulunan 16.283 rivayetten 11.829’unun tabiîne ait olduğu belirtilmiş İbnü’n-Nedîm de çok sayıda tabiîn müfessirinden ve eserlerinden söz etmiştir.
İslâm coğrafyasının genişlemesi tefsir ilminin seyrini de etkilemiştir. Tebeu’t-tâbi-în ve daha sonra gelenler kaynaktan uzaklaşmış olmaları sebebiyle Kur’an’ın yorumlanması konusunda bazı yeni şartlarla karşı karşıya geldiler. Giderek sayıları artan itikadî mezheplere ve bid’at fırkalarına mensup bazı âlimlerin tefsir yazma girişimleri bir müfessirde aranacak şartları gündeme getirmiş, ilk dönemden itibaren yazılan tefsire dair eserlerde ve bazı usûl-İ fıkıh kitaplarında mufessirin nitelikleri ve tefsir yazmanın âdâbıyla ilgili bilgiler yer almıştır. Râgıb el-İsfahânî mufessirin şu ilimleri bilmesi gerektiğini belirtmektedir: Lafızlar (ilmü’l-luga), lafızların birbiriyle münasebeti (ilmü’l-iştikâk), lafızlara ânz olan hükümler (nahiv ilmi), kıraat, siyer ve rivayet, Resûl-i Ekrem’den intikal eden sözler ve onun hayat tarzı hakkında hadis ve sünnet, fıkıh usulü, fıkıh ve zühd, kelâm, insanın bildiğiyle amel etmesi sonunda oluşan vehbî ilim. Ebû Hayyân el-Endelüsfye göre bu ilimler dil, sarf ve nahiv, beyân ve bedf, rivayet ve hadis, fıkıh usulü ve dil felsefesi, kelâm ve kıraattir. Şâtıbî ise mufessirin bilmesi gereken ilimleri Kur’an’ın hitabındaki maksadın anlaşılması için lâzım olan ilimler diye ifade etmiştir. Nitekim sahabe ve bazı tabiîn büyüklerinin durumu bunu göstermektedir. Zerkeşfye göre de Kur’an’ı tefsir edecek kişi öncelikle geniş bilgiye ve takvaya sahip olmalı, şüpheli şeylerden kaçınmalı, günah sayılan işlerde ısrar etmemeli, kibirden ve dünya sevgisinden uzak bulunmalı ve tahkikî imana sahip olmalıdır. Ayrıca Resûl-i Ekrem’den ve sahabeden gelen bilgilere başvurmalıdır. Süyûtî bir kişinin müfessir olabilmesi İçin ihtiyaç duyduğu ilimleri şöyle sıralar: Arapça bilgisi, sarf, nahiv, iştikak, meânî, bedî’, beyân, kıraat, usûlü’d-din, fıkıh ve fıkıh usulü, esbâb-ı nüzul ve kıssa, nâsih-mensuh, âyetlerde-ki mücmel ve mübeyyeni açıklayan hadisler, vehbî ilim. Vehbî ilim de insanın iyi bir niyet taşıması ve dinî konularda bildiğiyle amel etmesi neticesinde elde edilir. Süyûtî ayrıca sûfiyyenin sözlerini tefsir kabul etmez ve Sülemfnin Hako’iku’t-tefsîr adlı kitabının bir tefsir olduğuna inanan kimsenin kâfir sayıldığına dair Vâhi-dî’nin görüşüne yer verir.
Zamanla toplumların ilerlemesi ve teknolojinin gelişmesiyle mufessirin bilmesi gereken ilimler konusu her devirde güncelliğini korumuştur. Sözü edilen şartlara yeni şartlar ilâve edilmiş, bazıları üzerinde değişiklikler Önerilmiştir. En önemli değişiklik rivayet-dirayet oranında meydana gelmiştir. Hicrî ilk dört asırda yazılan tefsirlerde rivayet ağırlığını korurken zamanla müfessirler, dil tahlilleri ve diğer ilimlerin ortaya koyduğu verilerle aklî tefsire daha çok yer vermiştir. XIX ve XX. yüzyıllarda ise pozitif ve sosyal bilimler müfessirlerin asıl ilgi alanı olmuştur. Batı mo-dernizminin etkisiyle yazılan bu tür tefsirlerin Kur’an’ın ana konularını ve mesajını gölgelediğini söylemek mümkündür.
Günümüzde müfessirlerin pozitif ve sosyal ilimleri de bilmesi gerektiği hususunda görüşler bulunmakla birlikte Şâtıbî’nin asırlarca önce buna karşı olumsuz bir tavır ortaya koyduğu görülmektedir. Şâtıbî, Kur’an’ın bir ilim kitabı gibi algılanmasının yanlış olduğunu söylemiştir. Şüphesiz Kur’an”da çeşitli ilimler vardır ve bunlar ya Araplar’ın bildiği ilimlerdir ya da bildikleri ilimler üzerine kuruludur. Ancak bazı kimselerin matematiği, mantığı, astronomiyi ve remil ilmini Kur’an’da mevcut âyetlerle temellendirmeye çalışması ve Kur-“an’ın ilk muhataplarına yabancı olan şeyleri Kur’an’ın anlaşılmasında esas alması doğru değildir.
XIX ve XX. yüzyıllarda ehliyet hususu dikkate alınmaksızın hemen hemen birbirinin kopyası niteliğinde Kur’an meallerinin yazıldığı görülmektedir. Özellikle Hint alt kıtasında 1850’den sonra ortaya çıkan fırkalaşma hareketleri her fırkaya mensup âlimlerin tefsir yazması sonucunu doğurmuştur. Kur’an’ı öğrenen ve öğretenlerin ümmetin en hayırlısı olduğu yolundaki rivayetler yanında bazı devlet adamlarının ve zenginlerin tefsir ve meal yazanları ödüllendirmesinin, ayrıca bunlann satışıyla malî imkân elde edilmesinin de bunda payı olduğunu söylemek mümkündür. Şâtıbî. Kur’an’ı tefsir etmede yetkinliği bulunmayanların Kur’an üzerinde söz söylemesinin haram olduğu konusunda en küçük bir tereddüde yer verilmediğini belirtmiştir.
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi