Gerçeği Gönülle Bilmek
Kesin ve genel geçerlik taşıyan bilgiye deney ve us ilkelerine dayanılarak varılamayacağı görüşü, tektanrıcı dinlerden kaynaklanan bir inancın etkisiyle, yeni bir öğreti niteliği kazanmıştır, ilk Çağ’da kuşkucu bilgelerin ileri sürdükleri bir düşüncenin yeniden gündeme getirilmesiyle bağlantılı olan bu öğretiye göre, us sınırlıdır, eksiktir. Bir us varlığı olan insanın, yapısı gereği, tanrısal ve evrensel gerçekleri kavrama olanağı yoktur. Çünkü insanın sınırlı olmasına karşın Tanrı ve tanrısal evren sınırsızdır. Sınırlının sınırsızı bilmesi de söz konusu değildir. Oysa insan bilmek isteyen, sürekli bir öğrenme eğilimi olan varlıktır. Onun bu gereksinmesini gidermek için yol gösterici, aydınlatıcı bir ışık, bir kılavuz gerekir. Tanrıbilimcilere göre bu ışık ancak tanrısal kayra (gratia) olabilir. Tanrısal kayra da usu değil gönülü aydınlatır. Bu aydınlatma bir içedoğuş biçimindedir ve bilmeyi gerçekleştiren sezgiyi oluşturur.
Tanrısal kayra ile aydınlanan gönül, usun sınırlarını aşan, “bilinemez”i kendiliğinden görür, kavrar. Bilinemezin bilinmesini sağlayan bu görüşe bir öğreti niteliği kazandıran İslam düşüncesinde Tasavvuf, Hıristiyanlık’ta tanrıbilimdir. Batı’da, ilkin biraz değişik nitelikte, Augustinus’un ortaya attığı bu düşünce, daha sonraları sorunlara matematik ilkelerine göre çözüm aramayı yeğleyen bilgelerce geliştirilmiş, özellikle tannbilim alanına aktarılmıştır. Felsefeyle tannbilimi uzlaştırmaya çalışanların bir yöntem olarak benimsedikleri bu görüş, Rönesans başlangıcında usu şaşmaz kılavuz diye görenlerce de tutulmuş, kimi matematik sorunlarının çözümünde yararlı sayılmıştır. Rönesans’ tan sonra matematik yönteme dayanan filozofların çoğu sezgiye önem verdiler, bir takım gerçeklerin önce sezgiyle kavranıp sonra us ölçülerine göre düzenlenmesi gereğini ileri sürdüler. Ancak salt sezgici olmayan, tanrısal kayrayı tek ışık diye benimseyen bu filozoflardan ayn olarak, Pascal, gönülde içe doğuşla oluşan bir bilme yetisinin varlığını savundu. Ona göre bu yeti bir ışık niteliğindedir ve gönülün görmesini sağlar. Bu görme eylemi de sezgiyle gerçekleşebilir. Böyle bir düşünce, felsefe dizgesi niteliği taşımamasına karşın,Ilk Çağ’da Arkhimedes’ te görülür. Suya batırılan bir nesnenin, taşırdığı su niceliğince, kendi ağırlığından yitirdiği kuramını içeren bu görüşün sezgiden kaynaklandığı bilinmektedir. Pascal bu görüşten yola çıkarak, biraz da tannbilimden esinlenerek, gönülle bilme, gönülle görme yetisinin önemini vurguladı. Aydınlanma Çağı’nda yalnız matematikte değil fizik, felsefe ve psikolojide de geçerli olduğu ileri sürülen sezgi kavramı 19.yy sonlarında, Bergson’un elinde yeni bir biçim aldı. William Hamilton’un psikolojiye uyguladığı sezgi yöntemi Brouwer, Weyll ve Heyting gibi matematikçilerce de benimsenmiştir.
Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi