ABDÜLKADİR GEYLANÎ ( 1078 – 1166)
Iranlı mutasavvıf. Kadirî tarikatının kurucusudur.
Hazar Denizi kıyılarında Geylan (Cî/Gîlan) denen yerde doğmuş, sonradan yerleştiği Bağdat’ta ölmüştür. Tarikat tarihlerinde gerçek adının Muhyiddin Ebu Muhammed b. Salih Zengî Dost olduğu bildirilir. Kendi adıyla anılan Kadirî tarikatının kurucusu olması nedeniyle, sonradan düzenlenen soykütüklerinde, adı ve ailesi çevresinde birçok söylence yaratılmıştır. Bu yüzden ailesi konusunda güvenilir kaynaklara dayalı bilgi yoktur. Sonradan düzenlendiği bilinen yaşam öyküsüne göre, genç yaşta Bağdat’a gitmiş, orada Şafiî inançlarına göre, medrese öğrenimi görmüş, çağın öğrenim geleneğine uyarak İslam bilimleri okumuş, daha sonra Hanbelî mezhebini incelemiş Şafiî görüşünden ayrılmıştır.
Bir süre, çağın ünlü mutasavvıflarından Ahmed Debbas ile yakınlık kurdu, ondan tasavvuf bilgileri edindi. Daha sonra Şeyh Yusuf Hemedani’yle tanıştı, onun etkisiyle kendini büsbütün tasavvufa verdi. Bu dönemde değişik mescidlerde halka din konularında dersler (vaazlar) verdi. Ünü yayılıp, çevresinde toplananların, büyük kalabalık oluşturmaları sonucu, etkisi çoğalınca, şeriatla ilgili derslerini bıraktı. Kendi tarikatına bağlananları aydınlatmakla, eğitmekle yetindi.
İçedoğuş
Abdülkadir Geylanî, yaşamı boyunca bulunduğu Bağdat’ta, çevresine toplananların tek bir inancı benimsemelerini, bu inancın da kendi öğütlerinden, açıklamalarından kaynaklandığını, İslam dininin bütün kuşkulardan arınmış bir özü olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre tekyol, doğru yol kendi tuttuğu yoldur. Bu yolu ona bir seziş bir içedoğuş niteliğinde, Tanrı ile onun peygamberi göstermiştir. Bu nedenle Müslüman olmak bu yolu tutmakla, bu yolun gerekli gördüğü inancı benimsemekle bağlantılıdır. Bu yol Kuran’m önerdiği ilkelerden (şeriat kurallarından) ayrı değildir. Şeriata bağlananların çoğu Kuran’m özünü değil görünüşünü benimsemiştir. Oysa Kuran’ın gerçeği, tanrısal doğruluk, görünüşte değil özdedir. Kuran’da geçen Arapça sözcüklerin bir görünüşü, bir de özü yansıtan iki ayrı anlamı vardır. Kimi İslam bilginleri bu sözcüklerin özünü, tanrısal gerçeğini kavrayamadıklarından görünüşe kapılmışlar, çevrelerinde toplananları yanıltmışlardır. Gerçek Müslüman, Kuran’ın özünü de, sözcüklerin görünüşle ilgili anlamlarını da bilendir. Bunu başarabilmek için Tanrı kayrası gereklidir. Tanrı kayrası seçkin, ermiş, Tanrı katında yeri olan kişilerin içine doğar. Bu sezişin, bu içedoğuşun gerçekleşmesi için kişinin arınması gerekir. Arınma kişinin kendini bilmesiyle, kendi varlığında Tanrı buyruğu dışında etkili bir gücün bulunmadığını kavramasıyla sağlanabilir.
Arınma
Abdülkadir Geylanî’ye göre arınmanın başlıca yolu Tanrı adlarını anmaktır (zikr). Tanrı adlarını anmak için kişinin sürekli olarak temizlenmesi, yıkanması gerekir. Temizlenme, yıkanma biri gövdeyle, biri tinle ilgili olmak üzere iki türlüdür. Gövdeyle ilgili olan görünüştür, tinle ilgili olan özdür. Şeriatın koyduğu kurallar arasında gövdeyle ilgili olanların uygulanması gereklidir, tinle ilgili kurallar ise tanrısal kayra ile ortaya çıkar. Tanrı’ya, onun elçisi olan peygambere bağlanmak, onları sevmek arınma yoluna girmenin ilk koşullan arasındadır.
Tanrı önsüz-sonsuzdur, yaratıcıdır, bütün nitelemelerin, tanımlamaların üstündedir. Bu nedenle Tanrı’nm özü düşünülür, ancak bütün olarak kavranamaz. Tanrı her yerde vardır (hazırdır); her nesneyi görür (basirdır); gücü yetmeyeceği bir olay, bir nesne yoktur (kaadirdir); bütün olup bitenleri, olacak olanları bilir (alimdir); bütün sesleri duyar (samidir); olgunların olgunudur (kâmildir). Bu tanrısal niteliklerin sayısı belli değilse de gerek Abdülkadir Geylanî’ nin gerekse onun bağlandığı Kuran ve hadislerin bildirdiğine göre, doksan dokuz dolayındadır.
Tanrısal istenç ve ruhun ölümsüzlüğü
İnsan yaratılmıştır, yoktan varedilmiştir, günün birinde gene yokolacaktır. Bu yaratılış bir Tanrı eylemidir, tanrısal istence uygundur. Tanrı’nın insanı yaratması, tanrısal istencin özü gereğidir. Tanrısal istenç neye eğilim gösterirse o olur. Bu da Tanrı’nın yüce, benzersiz, engin bir istenç varlığı olması yüzündendir. İnsan iki ayrı tözden kurulmuş bir varlıktır. Bu tözlerden biri gelip geçici, dağılıcı olan gövdedir. Öteki töz ise tindir.
Ruh ölümsüzdür, tanrısal bir özdür, gövdeye bağlı değildir. Gövde ruhun bir gelip geçici konağıdır, evidir, durağıdır. Ruh önceden yaratılmıştır, gövde sonradan varedilmiştir. Ruhun gövdeye girmesiyle bir özdek olan gövde, dirilik kazanır. Gövdeden ayrılmasıyla da ölüm denen olay gerçekleşir. Ölümden sonra gövde dağılır, ilk yaratıldığı gereç olan toprağa dönüşür.
Ölümden sonra dirilme vardır, gerçekleşecektir. Kuran ile hadislerin (peygamber sözlerinin) bildirdiği kalkım günü (kıyamet) kesindir. İnsan ruhları, kalkım günü Tanrı’mn buyruğu üzerine, yeniden ayrıldıkları gövdelere girecekler, dirilme gerçekleşecek. Bu dirilme olayında, daha önce dağılan, toprağa dönüşen gövde yeniden bütünleşerek eski biçimi alacak, ruhla birleşecektir. Bu birleşme Tanrı’nın Kuran’da bildirdiği “yargılanma” içindir. Bütün kişiler, yaşadıkları sürece, yaptıklarının karşılıklarını göreceklerdir. İyiler iyilik, kötüler de kötülük (ceza) göreceklerdir. Tanrı’nm yüce istenci, tüzesi böyle gerektirir.
Evren sonradan yaratılmıştır. Tanrı buyruğuyla yönetilir, kendi başına varolmadığı gibi bağımsız da değildir. Evreni dolduran bütün varlıklar da yaratılmıştır. Yaratılmayan bir nesnenin varlığı da sözko-nusu değildir. Ancak Tanrı varlığı için yaratılma eylemi düşünülemez. Evreni dolduran bütün varlıklar da, kalkım günü Tanrı’mn buyruğu ile yeniden varolmak üzere yokluğa dönüşecektir.
Varlık bakımından gerçek olan Tanrı’dır, onun peygamber aracılığıyla bütün evrene, insanlara gönderdiği Kur’an’dır. Bu nedenle Kur’an “mahz-ı hakaik”-tir (gerçeklerin özü). Bunların dışında bir gerçek, kalıcı bir nesne düşünmek sapkınlıktır. Kişinin gerçeğe varması içekapanışla olabilir.
Duyu verilerinin etkisinden kurtulma;içekapanış
İçekapanış, kişinin bütün duyu verilerinin etkisinden kurtularak, kendi özüne dönmesi, kendi benliğini düşünme eyleminin odağı durumuna getirmesi demektir. Duyular bize geçici olanı, görünüş alanını bildirir. Oysa insanı insan yapan öz, geçici olan gövde, ve ona bağlı duyular değil kalıcı olan tin ile onun sağladığı seziştir, duyuştur. Geçici olanın etkisinden kurtulmak için görünen nesnelerden yüzçevir-mek, gönül gözüyle kendi iç evrenine bakmak gerekir. Bu da bir eğitim işidir. Bu eğitim toplumdan uzak kalmayı, günlük işlerle, günlük olaylarla ilgilenmeme-yi, şeyhin öğütlerine, uyanlarına göre davranmayı gerektirir. Kişi, şeyhin uyarılarına, öğütlerine uyarak toplumdan uzaklaşır, kendi içine kapanırsa belli olgunluk aşamalarından geçerek tanrısal gerçekleri kavramaya, tanrısal ışığı (Tanrı nurunu) kendi gönlünde görmeye başlar. Bunu başarmanın yoluna “cezbe” denir. Cezbe, kişinin gönlünde beliren birtakım tanrısal ışımalar karşısında duyulan derin taşkınlık, kıvanç yaratan kendinden geçiştir. Bu durumda kişi varlığın son sınırlarına ulaşır, kendi benliğinin ötesine geçer, tanrısal ışımalarla yüz yüze gelir. İnsan usu bu olayı kavrayamaz, düşünemez. Burada geçerli olan us değil, inanmadır.
Abdülkadir Geylanî’nin ileri sürdüğü bu düşüncelerin hepsi uygulamaya dayanır Uygulama özel törenle gerçekleşir. Buna da “devran” denir. Abdülkadir Geylanî’ye bağlanan, onun izini sürenler “tekke” ya da “dergâh” denen özel yerde toplanırlar, daha önceden düzenlenen kurallara göre bir çevre oluşturup yüzlerini birbirine dönerler. Tören başlayacağı sırada, toplantıya katılanlar (dervişler) bir halka oluşturur, şeyh içeri giriverir. Sonra töreni yöneten şeyhin uyarısı üzerine Tanrı adlarını anmaya (zikre) başlarlar. Bu anış yüksek sesle yapılır (cehri). Söylenecek sözler Kuran dan alındığı için bellidir, bütün
toplantıya katılanlarca bilinir. Ozan Eşrefoğlu Rumi’ nin yazdığı bir Tanrı övgüsü (İlâhi) okunur, «ism-i celâl” denen Tanrı adı söylenince dervişler hep bir ağızdan hu hu hu çekerler. Hu çekilirken gözler yumulur, başlar Arapça “lâilâhe illallah” sözlerini oluşturacak biçimde sağa sola eğilir. Anış (zikr) dört türlüdür: gizli (hafi), açık (cehri), sesli (yavaş sesle), gönülden (kalbi, kendi kendine). Bu amşların amacı kişiyi olgunlaştırmak, seziş gücü, içedoğuş yeteneği bakımından geliştirmektir.
Abdülkadir Geylanî’nin izinden gidenlerin sonradan oluşturdukları ileri sürülen soykütüğüne, tarikat kütüğüne göre kuruluş İmam Ali’ye (on iki imamın birincisi) dayanır; Abdülkadir Geylanî ile on üç kişilik bir bütüne varır. Törenlerde bu bütünü oluşturanların ayrı ayrı adları anılır. Bu tarikatın “Kadirî evradı” adı verilen özel anışları (zikirleri) günlük yaşamın elverişli kesimlerinde, bütün Kadirî dervişlerince uygulanır. Bütün yakarışlar Arapça’dır. Bu da tarikatın kurucusu Abdülkadir Geylanî’nin Arapçayı, İslam dili, Kuran dili olarak benimsemesinden, ona bir kutsallık vermesinden dolayıdır.
Abdülkadir Geylanî’nin, bütün İslam ülkelerinde, özellikle Anadolu, Suriye, Irak yörelerinde büyük etkisi olmuş, adına yüzlerce tekke, dergâh kurulmuş, “Kadirîye” diye anılan tarikatından birçok yan kol ortaya çıkmıştır. Sonradan düzenlenen soykütükleri-ne dayanılarak tarikatın Halife Ali’den kaynaklandığının öne sürülmesine karşın bu kuruluşa bağlı kalanların hepsi koyu Sünnî’dir; şeriat kurallarının dışına çıkmaz, çıkanları da ağır bir dille suçlarlar. Toplumsal değişim ve yeniliklere karşı çıkan Abdülkadir Geylanî’den başka yolu izlenecek, sözü dinlenecek yetkili kişi tanımayan Kadiriler birçok ayaklanmaya önayak olmuşlardır. Onların gözünde Abdülkadir Geylanî’nin düşünceleri dışında bir İslam dininin varlığına inanmak bile suçtur (günahtır). Kadiriler I. Dünya Savaşı yıllarında da, daha önceki Osmanlı-İngiliz savaşlarında da, tekkelerine dokunulmaması koşuluyla İngilizler’le birleşerek Osmanlı ordusunun arkadan vurulmasına, Bağdat ve yöresinin Türkler’in elinden çıkmasına yol açmışlardır.
• YAPITLAR: El Günye li Talib-i Tarik-i Hak, 1871; Futuhu’l-Gayb, 1886; Hizb-i Beşairi’l-Hayrat, 1886.
• KAYNAKLAR: H.A.Hilmi, Hadikatü’l-Evliya (elyazması); Hocazade, Tezkiretü’l-Evliya (elyazması); H. Kemaleddin, Tibyan Vesailû’i-Hakayıkfi Beyan Selasil Tarayik (elyazması).
Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi