ALİ b. EBU TALİB (598-661)
Dördüncü halife. İslam dinini benimseyen ilk dört kişiden biridir.
Mekke’de doğdu, Kûfe’de öldü. Haşimîler soyundan gelir, Muhammed’in amcasının oğludur. Babasının adı Abdulmuttalib b. Abdülmenaf, annesinin adı Esed kızı Fatımi’dir. Ali çocukluğundan beri peygamberin yanında büyümüş, onun koruyuculuğu ve bakımı altında yetişmiştir. Bir söylentiye göre peygambere “vahy” gelmeye başladığı sıralarda, Ali de onunla dolaşır. Tanrı’ya bağlılığını bildirir, öteki yakınları gibi puta tapmazmış. Bütün yaşamı boyunca peygamberin yanından ayrılmayan Ali, peygamberin kızı Fâtımâ ile evlenmiş, bu evlilikten Haşan ve Hüseyin adıyla İslam tarihinde adı geçen iki oğlu olmuştur.
Ali, İslam dinine ilk giren dört kişiden biri ve peygamberin en yakınlarındandır. Peygamber, İslam dininin ilkelerini halka açıklamaya başlayınca Mekkeliler’in tepkisiyle karşılaştı; çevresinde getirdiği yeni inançlara karşı direnmeler başladı. Durumun kötüye gitmesi üzerine peygamber, bir gece Mekkeliler’e sezdirmeden, Medine’ye göçme gereğini duydu. Ali, olayı sezdirmemek için gece peygamberin yatağında yatarak, Mekkeliler’in peygamberin Medine yolunu kesmelerini önledi. Peygambere emanet edilen malları sahiplerine göndererek Medine’ye göçtü.
Ali, İslam dininin yayılmasını önlemek için peygambere karşı girişilen bütün savaşlarda peygamberin yanında yer aldı, büyük başarılar gösterdi. Bu başarıları nedeniyle kendisine “Esedullah”, sonradan “Haydar-ı Kerar” gibi sanlar verildi. Özellikle Bedir (624), Uhud (625), Hendek (627) savaşlarında peygamberin en yakın savunucusu oldu. Huneyn ve Tebuk savaşlarında (630) başarı gösterdi, Hayber’i aldı. Peygamberin ölümünden (632) sonra dinle ilgili savaşlara katılmadı.
Peygamber yaşadığı sürece, çevresinde toplanan Müslümanlar’ı mescitte toplar, namaz kıldırır; Müslümanların oluşturdukları toplumun işlerini yönetir, onlara önderlik (imamlık) ederdi. Bu durum İslam toplumunda, peygamberin tutumundan kaynaklanan bir gelenek niteliği kazanmıştı. İmam, İslam toplulu-
ğunu yönetir, onların bütün sorunlarına çözüm arar, karşılaştıkları güçlükleri Kuran yargılarına dayanarak giderirdi. Peygamberin ölümünden sonra, yerine kimin geçeceği, kimin imam olacağı bir toplum sorunu oldu. Karşılıklı tartışmalardan, görüşmelerden sonra Ebubekir’in imamlığı üzerinde anlaşmaya varıldı. Oysa elde bulunan belgelere, peygamberin “Ga-dir-i Hum” denen yerdeki konuşmasında bildirdiğine göre, ölümünden sonra imamlığın Ali’ye verilmesi gerekiyordu. Ancak bu öneriye uyulmadı, seçim yoluna gidildi. Ali, yapılan üç seçimde de imamlığa getirilmedi; bu görev sıra ile Ebubekir, Ömer ve Osman’a verildi. Osman’ın öldürülmesi üzerine Ali dördüncü halife oldu (656).
Halife oluşu Sıffin Savaşı
Başta peygamberin karısı Ayşe olmak üzere, Talha ve Zübeyr gibi yakınları, Ali’nin halifeliğine ve (imamlığına) karşı çıktılar. Kendi aralarında anlaşıp bir ordu düzenleyerek önce Mekke’ye gittiler, sonra Basra’yı ele geçirdiler. Ali, elinde bulunan savaşçıların azlığı nedeniyle Medine’den ayrıldı, Kûfe’den sağladığı güçle Basra üzerine yürüdü; bu arada, Talha ve Zübeyr ile yapılan barış girişimleri sonuç vermeyince, iki Müslüman birlik arasında savaş başladı. Kendi yandaşlarını yüreklendirme amacıyla Ayşe bir deveye binerek savaşa girdi. İslam tarihinde “Cemel Olayı” diye bilinen bu savaşı Ali kazandı (656), bütün Irak Ali’nin yönetimi altına girdi. Bu olay karşısında Suriye Valisi Muaviye, Emevî ailesinin başı olduğunu ve ileri sürerek ayaklandı, Mısır’ı ele geçirdi; halifeliği Ali’nin elinden almak için yeniden ordu düzenlemeye başladı. ‘Ali ordusu ile Suriye üzerine yürüdü (657). Muaviye, Osman’ın öcünü alacağını söyleyerek onu öldürenlerin kendisine verilmesini istedi. Bu istek geri çevrilinceSıffin’dekarşılaşan iki ordu arasındallO gün süren bir savaş başladı. Ali’nin ordusu üstünlük sağladığı bir sırada, Amr b. As’ın önerisi üzerine Muaviye’nin savaşçıları Kuran’a uyduklarını, Kuran ne derse onu yapacaklarını söyleyerek mızraklarının uçlarına Kuran yaprakları takarak ileri yürüdüler. Bu durum Irak savaşçılarını etkiledi, bir yavaşlama başladı. İki yanda da Kuran’a. uyma eğilimi belirince, birer aracı seçilmesi konusunda anlaşmaya varıldı. Muaviye Amr b. As’ı Ali de Ebu Musa el-Eşari’yi anlaşmacı olarak seçti. Aracılar Erzuh’ta toplandı. Amr b. As’ın bir oyunu sonucu Ebu Musa, Ali’yi görevden aldığını açıklayınca, Amr b. As yüksek sesle “ben de Muaviye’yi halife seçtim” dedi (658).
Bu olaydan sonra, Ali’yi görevden almanın dine aykırılığını, Ali’nin bu anlaşmaya yanaşmaması gerektiğini ileri süren büyük bir topluluk, Ali’nin ordusundan ayrıldı, Medain ilini ılgarladı. Ali, İslam tarihinde Haricîler diye anılan bu topluluğun üzerine ordusuyla yürüdü, onları dağıttıktan sonra Kûfe’ye çekildi. Burada, Haricîlerden Abdurrahman b. Mulcem, gizlice yanına sokularak Ali’yi öldürdü (661).
Tarikatların kaynağı
Ali İslam tarihinde din savaşları, İslam dinini kaynağı yayma konusundaki çalışmaları dışında, bir düşüncenin, bir inancın öncüsü olarak bilinir. İslam ülkelerinde tarikat adı verilen kuruluşların birkaçı dışında, hepsi Ali’den kaynaklanır, soykütükleri Ali ile başlatılır. Peygamberin “ben bilim iliysem Ali de onun kapısıdır” anlamına gelen “ene medinetü’l-ilm ve Ali babuha” sözlerine dayanılarak Ali bilimin öncüsü sayılır, ona ermişliğin ulusu karşılığı “şâh-i velayet” denir. Ali, peygamberin yakını, inanç birliğine ulaşmış yandaşı olması nedeniyle Kuran’ a ve Kur an’ın bir yorumu, bir açıklanışı olan Hadis’e bağlıdır, Peygamberin izini sürdüğünden dolayı da Sünnî’dir. Tanrı’nın birliğine, peygamberin bir Tanrı elçisi olduğuna, ona Kuran adı verilen kitabın indirildiğine (vahy edildiğine) inanmıştır. Kuran’la bildirilen, Hadis’le açıklanan bütün ilkelere uyma gereğini benimsemiştir. İslam dininin uygulanmasını gerekli gördüğü bütün eylemlerin geçerliliğine inanmış, onların yerine getirilmesi konusunda kuşkuya düşürücü bir davranışın dine aykırı olduğunu düşünmüştür.
Tarikat adı altında toplanan ve Ali’ye bağlanan inanç kuramlarının beslendikleri değişik odaklar vardır. Biri Kuran ve Hadis, öteki de İslam dininin doğuşundan önce, İslam ülkelerinde yaygın olan, çoktanrıcı dönemden kalan düşünce ürünleri ve geleneklerdir. Ali, birinci kaynağın içerdiği inanç varlıklarını benimsemiş, İkincilere ise yaşadığı sürece karşı çıkmıştır. Bu nedenle Ali’ye bağlanan tarikatların benimsediği düşünce ürünlerinin ikinci bölümünün Ali ile bir ilgisi yoktur. Bu inançlar, sonraları, İslam dininin getirdiği ilkelerle bağdaşmayan bir yaşama biçimine alışmış toplulukların uyguladıkları gelenek ve göreneklerden kaynaklanır. Gerçekte Ali bir tarikat kurucusu olmadığı gibi, İslam inançları dışında, bir düşünce çığırını benimsemiş de değildir.
Alevilik ve Şiilik
Ali ile bağlantılı olduğu ileri sürülerek sonraları, Alevîlik adıyla yayılan inançların ve o inançları benimsemiş kuramların ise üç ayrı kaynağı vardır:
A) İlk Çağ Anadolu-Yunan felsefesinden kaynaklanan, özellikle Orpheus ve Pythagoras düşüncesinden beslenen, sayı ve harflerle bağlantılı inançlar;
B) Yeni-Platonculuk akımının kurucusu Plotinos’un görüşlerini yeni bir yorumdan geçirerek İslam inançlarıyla bağdaştırmaya çalışan aydınların düşünceleri;
C) Eski İran-Hint dinlerinden kaynaklanan inançlar. Bunlar arasında en etkili olanı İran’da hızla gelişen, çok geniş bir alana yayılan Zerdüşt inançlarıdır. İÖ 7. yy ile 6. yy dolaylarında ortaya çıkan, Irak-İran-Anadolu ülkelerinde hızla yayılan bu çoktanrıcı dönem inançlarından beslenen yeni İslamcı akım, kısa bir süre içinde kurumlaşarak çeşitli tarikatların doğmasına olanak sağlamıştır. Ali’nin yaşadığı dönemde, özellikle Muaviye ile savaştan sonra Ali’ye karşı bir tutum benimseyen Haricîler’in ardından başka topluluklar belirmiş, Ali’nin olduğu ileri sürülen düşünceleri yeni bir yorumdan geçirerek mezhep denen kurumlar oluşturmuşlardır. Ancak, bunların bir tekinin bile Ali ile bağlantısı yoktur.
Ali ile Muaviye arasında geçen olaylardan esinlenen ve İslam tarihinde “beşinci mezhep” olarak nitelenen Şiîlik, gerçekte, eski İran inançlarından beslenen, kökeninde Zerdüşt inançları bulunan, İran ulusunun tarih varlığı olan bir inanç kurumudur. Ali’ye bağlanması bir egemenlik sorunudur. Bu sorunun kaynağını da,eski İran uygarlığınıbir bütünolarak, İslam inançlarına karşı savunma oluşturur.
İnsan değerleri, bilim ve Tanrı
Ali’nin düşünceleri, Nehcü’l-Belaga adlı yapıtında, şiirleri ise Divan’ında toplanmıştır. Müslümanlar’a doğru yolu gösterme, onları uyarma amacıyla, yaptığı konuşmaları (hutbeleri), açıklamaları içeren bu ilk yapıtın kaynağı Kuran ile Hadis’tir. Ali, çevresinde toplananların kendisine sordukları sorulara verdiği karşılıkları, kimi olaylar nedeniyle yaptığı açıklamaları, yorumları “hutbe” adı altında düzenlerdi. Sonradan bu hutbeler bir kitap halinde toplandı. Bu yapıtta geçen konulara göre Ali İslam dininin bütün ilkelerine, Peygamber’in önerilerine bağlıdır. Bütün düşünceleri Kuran bildirilerine uygundur. Erdem, doğruluk, iyilik, güzellik, bilgelik, yiğitlik, yardım, açıkyüreklilik, sevgi, saygı, konukseverlik, ölçülülük, güleryüzlülük gibi bütün toplumlarda birer değer ya da davranış ilkesi olarak geçerlik kazanan durumlar Kuran’Az. ve ona bağlanan Ali’de vardır. Ali bilime çok değer verirdi. Nitekim kaynaklar, “bana bir harf öğretenin kulu olurum” dediğini yazmaktadır. Ancak burada geçen bilim sözcüğünden Kuran ile Hadis’in uygun gördüğünü anlamak gerekir.
Divan’da toplanan şiirlerde işlenen konular yaşanan olaylardan, insan ilişkilerinden kaynaklanmıştır. Şiir, ona göre, amaç değil, düşünceyi dile getirmede etkili bir araçtır. Şiirin gücü bir söyleniş biçiminde, bir de içeriğindedir. Bu şiirlerin incelenmesinden anlaşıldığına göre, Ali’nin düşünce evreninde bütün insanlar kardeştir, birbirine eşittir. Bunun nedeni de bütün insanların Adem ile Havva gibi ortak bir ata ile anadan gelmiş olmalarıdır. “Bütün insanlar eşittir, onların atası Adem, anası Havva’dır”.
Ahlak bakımından kişinin alçakgönüllü, güleryüzlü, yardım sever olması gerekir. Geçmişle övünmek, başkalarına karşı üstünlük taslamak insanın özüyle bağdaşmaz, insanın özü su ile balçıktır. “Sen soyunla sopunla övünürsen ben de elimin açıklığı ve alçakgönüllü oluşumla övünürüm.” Kişiye üstünlük kazandıran bulunduğu görev aşaması, toplum içindeki etkisi, varlığı değil bilgisidir. Bilgi bir süs değil, başkalarını aydınlatma, onlara doğru yolu göstermek içindir. Kendine saklanan bilginin önemi yoktur. “Bilim kişinin değerini artırır, ona güzel bir yaşam sağlar.” Bilgin kişinin başlıca görevi çevresini aydınlatmak, bilgisizleri bilgili kılmak, eğitmek ve yetiştirmektir. Bilginin “karşılık beklemeden kendisine başvuranları aydınlatması, uyarması gerekir.” Evreni ölü Toplum durumdan kurtaran, ona dirilik kazandıran bilimdir.
Bu nedenle bilimle ahlak birbirini gerektirir; biri olmadan öteki olamaz, bilgi ahlakın ışığıdır. Bilgisiz, anlayışsız kimselerle arkadaşlık etmek, yakınlık kurmak, toplumda, kişinin değerini düşürür. “Kişinin değeri arkadaşlarıyla ölçülür, kişinin aynası arkadaşıdır.”
Tanrı bütün evrenin, onu dolduran nesnelerin, insanların ve öteki dirilerin tek yaratıcısıdır, önsüz-sonsuzdur. Ona beslenen sevgi, gösterilen saygı karşılıksız olmalıdır. İlerde bir yararı dokunur diye Tanrı’yı sevmek, onun buyruklarını bir çıkar düşünerek yerine getirmeye çalışmak, inançla, İslam diniyle bağdaşmaz. Tann’ya duyulan sevgi arınmış bir sevgidir, olgun, aydın kişinin sevgisidir. Kötülerin Tanrı’yı sevmelerinde de bir kötülük saklıdır. Böyle bir1 sevginin sonu yıkımdır, acıdır, üzüntüdür. Evren kalıcı değildir, geçicidir, yoktan yaratılmıştır, günün birinde yine yokolacaktır. Bu nedenle ona karşı aşırı bir sevgi duymanın, bağlanmanın gereği yoktur. Geçici olana bağlanmanın ardından üzüntü, acı ve bunalım gelir. Yeryüzünde ne varsa gelip geçicidir, Ali’ye sevinç, kıvanç gibi acı ve üzüntü de geçicidir. bağlanan Erdem kişinin sözünde durması, alçakgönüllü ve tarikatlar eliaçık olmasıyla bağlantılıdır. Erdemli kişi yardımsever, iyiliksever olur. Bu nitelikleri taşımayan bir davranışın erdemle ilgisi yoktur. Kötü alışkanlıkların kaynağı erdemsizliktir, bilgisizliktir. Kötü alışkanlık azgın bir yaradan daha kötüdür. “Günün birinde yarayı sağıltacak ilaç bulunur, ancak kötülüğü gidermenin, kötüyü iyi yapmanın ilacı yoktur.” Erdemli kişi bütün eylemlerinde ölçüyü, tartıyı bilen, davranışlarında uyumlu olan kişidir, onda evrenin geçici, oyalayıcı varlıklarına karşı aşırı bir istek bulunmaz. Yeryüzünün mutlulukları da, mutsuzlukları da geçicidir. Çok sevinmek ya da bir yıkım karşısında derin üzüntüye kapılarak sarsılmak erdemli, uslu kimsenin işi değildir.
İslam dininde kesin bir ilke olmamakla birlikte günlerin ayrı ayrı özellikler taşıdığı inancı yaygındır. Peygamberin değişik olaylar nedeniyle günlerin özelliğini belirleyen sözleri vardır. Ali, bu sözlere dayanarak, yedi günün yedi ayrı özellik taşıdığını bir şiirinde işlemiş, açıklamıştır. Cumartesi iyi bir gündür, bu gün avlanmak yararlıdır. Pazar günü yapım (inşaat) günüdür, Tanrı yaratıcı gücünü o gün göstermeye başlamıştır. Pazartesi yolculuğa çıkanlar dileklerine kavuşurlar. Salı günü sağıltım günüdür, sayrıların o gün kan aldırmaları iyi gelir. Çarşamba günü ilaç almak yararlıdır, iyileşme günüdür. Perşembe
gereksinmelerin giderilme, yakarışların yerine getirilme günüdür. Cuma günü evlenmenin yararları çoktur. Bugün gençler evlenmeli, evlilik yemekleri yenmelidir.
Ali’nin günlerle ilgili açıklamaları, kendisinden 1300 yıl önce yaşamış Yunan ozanı Hesiodos’un/j/er ve Günler adlı yapıtında işlediği konuları anımsatır. Ali’nin İlk Çağ ozanından yararlandığı, onun şiirlerini incelediği söylenemez; ancak yaşanan bir geleneğin yaygınlığı söz konusu olunca kimi özdeşliklerin varlığı da gözden uzak tutulmamalıdır. Bu olay İslam diniyle İlk Çağ inançları arasında bir bağlantı bulunduğunu sergilemektedir.
Toplum
Ali’ye göre toplum insanlar için gereklidir, topluluktan güçlülük doğar, birlik mutluluk getirir. Toplumda birliği, bütünlüğü sağlayan inandır. İslam dininin öngördüğü inan, Kuran’la veHadis’le bildirilmiştir. İnanın başka bir gücü de bütün insanları kardeşlik duygusu içinde yaşatmak, karşılıklı güveni, yardımı sağlamaktır. Bütün inananlar kardeştir. Toplumu ayakta tutan da bu kardeşlik duygusudur. Birliği sağlayan inanın karşıtı yalandır, iki yüzlülüktür, sözünde durmamaktır. İslam dinine göre inanla yalanın bir arada bulunma olanağı yoktur. Bu nedenle inanan bir kimse için yalan söz konusu değildir, yalancının inanı da yalandır.
Toplumyönetiminde tek yasa Kuran ileHadis’tir, bütün kurumların bu iki kaynağa göre düzenlenmesi gerekir. Toplumu oluşturan bireyler arasında eşitlik Kuran m bildirdiği ilkelere göredir. Kadın-erkek eşitliği değil, Kuran’ın öngördüğü denge söz konusudur. Erkek kadından üstündür; kadının toplum kuramlarında .görev alması, erkekle eşit yetkiler taşıması, İC«raw’m,Hadis’in öngördüğü biçimin dışında giyinmesi düşünülemez.
Ali’ye bağlanan tarikatler
Ali’nin ölümünden sonra İslam toplumunda bölünme daha büyük boyutlara ulaştı, Ali yandaşları ile Muaviye’ye bağlananlar arasında kanlı olaylara varan gerginlik arttı. Özellikle Hüseyin’in öldürülmesiyle sonuçlanan Kerbelâ olayı, İran’ın Ali ve çocuklarını tutmasıyla görünüşte inanç, gerçekte bir egemenlik sorununa dönüştü. Ali’yi tutanların büyük çoğunlukta olduğu İran, Şiî Mezhebi diye bilinen yolu tuttu. Bunda Ali’ye bağlılık, İslam inançları karşısında, eski İran inançlarını koruma niteliğindeydi. İran Alevîlik’i bir Şiî geleneğine büründü; Anadolu Alevîlik’i ise “Kızılbaşlık”, “Bektaşîlik” ve “Tahtacılar” adıyla, biraz değişik nitelikte, İlk Çağ uygarlık ürünlerinden beslenerek gelişti. Kerbelâ olayından üzüntü duyan, bir yandan da çoktanrıcı inançların etkisinde kalan Alevîler de ikiye ayrıldılar. Bunlardan biri Ali ile Tanrı arasında özdeşlik olduğu görüşünv savundu; öteki Ali’nin bir inanç insanı olduğun tarikatların ondan başladığını ileri sürmekle yetir Bu bölünme, başka bir biçimde, tarikatlara da yanı, Böylece “Sünnî tarikatlar”, “Alevî tarikatlar” diy ayrı erekli kuruluş ortaya çıktı. Ali ile Tanrı arasında özdeşlik olduğunu ileri sürenler Ali’nin tanrılığını da ortaya attılar. Onlara göre Ali Tanrı’dır, Tanrı varlığında insan kılığına girerek görünüş alanına çıkmıştır.Tanrı Ali’dir, Ali Tanrı’dır. İslami inançlarıyla bağdaşmayan bu görüşe “Ali Allahilik” ya da “Galiye” denir. Bu inanç İlk Çağ’da insan-tanrı özdeşliğini ileri süren anlayıştan kaynaklanır. Ali, sağlığında, kendisine “sen Tanrı’sın” diyen bir kimseyi öldürtmüş, Tanrı dışında tapılacak bir varlığın bulunmadığına inandığını, bu tür düşüncelerin İslam diniyle ilgisi olmadığını göstermişti.
Ali’ye bağlanan ikinci topluluk ise peygamberin ölümünden sonra halifeliğin Ali’ye verilmesi gereğine inananlardan oluştu. Onlar da peygamberin “benden sonra imam Ali’ dir” hadisine dayandılar. İmamlık sorunundan kaynaklanan bu görüş, Kerbelâ savaşından sonra hızla gelişti, yayıldı. Gerek Şiîler, gerekse Anadolu ve başka ülkelerdeki Alevîler arasında “On İki İmam” ya da “İmamiye” adıyla anılan bir akım niteliğini kazandı. Bu akım, imamlığın Ali’ye, ondan sonra oğullarına, daha sonra torunlarına ve soyuna geçtiği görüşünü bir ilke olarak benimsedi. Böylece ilk imam Ali, son imam da onuncu göbekten torunu Mehdi olmak üzere On İki İmam ortaya çıktı: Ali (598-661), Haşan (624-670), Hüseyin (625-680) Zey-nelabidin, (659-719), Muhammed Bakır(677-733)Ca-fer-i Sadık (699-765), Musa Kâzım (645-799), Ali Rıza (765-818), Muhammed Takî (811-835), Ali Nakî(829-868), Haşan Askerî (846-874), Muhammed Mehdi (870-878). Alevîler’in inançlarına göre on ikinci imam olan Mehdi ölmemiştir, bilinmeyen ülkededir (gayb âleminde); günün birinde Tanrı’nın buyruğu üzerine ortaya çıkacak, yeryüzü yönetimini eline alacak, kendisine bağlananları mutluluğa kavuşturacaktır. Başka bir Alevî topluluğun inancına göre, imam tanrısal bir varlıktır, ölümsüzdür, bütün eksikliklerden uzaktır, sözü genel geçerlik taşıyan bir yasa niteliğindedir, ona karşı gelinmez, eleştirilemez.
“Hurufîlik” adlı kurum ise, bir yandan Ali’ye, bir yandan da eski İran-Hint inançlarına, Yeni-Platonculuk ve İlk Çağ Anadolu-Yunan düşüncesine, özellikle Pythagoras-Orpheus geleneğine dayanır. Ali’nin elimizde bulunan yapıtlarında görülmeyen bu düşüncelerin, inançlnrın, Ali adından kaynaklanan kuruluşlara İslam diniyle bağdaşma olanağı bulunmayan odaklardan girdiği, yeni bir inanç ve düşünce kurumu oluşturduğu biliniyor. İslam dininin kimi sanat ürünlerini yasaklaması nedeniyle ortaya çıkan boşluğu, Ali adına bağlanan kuruluşların şiir, resim, kabartma, minyatür, yazı-resim yaparak gidermeye çalıştığı, böylece sanatın da Alevîlik’in yayılmasında etkili olduğu anlaşılmaktadır. Ali’nin din anlayışına karşıt olmakla birlikte, Sünnîlik’in yasakladığı bütün sanat kurumlan, Alevîlik adı altında toplanan kuruluşlarda sürdürülmüş, böylece Ali bir sanat koruyucusu olarak nitelenmiştir. Bunun en somut örneği de Ali’nin, çok yaygın olan, resimleri, yazı-resimleri, minyatürleridir.
İslam topluluğunda, İmamlık sorunundan kaynaklanır gibi görünen Ali olayı, çağların akışı içinde, değişik düşünce ve inanç kaynaklarından beslenerek kimi yörelerde yeni bir mezhep, kimi yörelerde tarikat, kimi yörelerde de tasavvuf olarak gelişmiş, Ali adı çevresinde birçok kurumun doğmasına olanak sağlamıştır.
• YAPITLAR: Nehcü’l- Belaga; Divan.
• KAYNAKLAR: İ.Z. Eyuboğlu, Alevilık-Sünnilik, 1979; Hazreti Ali Divanı, 1981; E. B. Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, 1964.
Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi