HEGEL, Georg Wilhelm Friedrich (1770-1831)
Alman, filozof. Varlık türlerinin, tinin belli aşamalarda görünüş alanına çıkan dönüşümünden oluştuğu görüşünü savunarak Alman İdealizmi’ ni doruğuna çıkarmıştır.
27 Ağustos 1770’te Stuttgart’ta doğdu, 14 Aralık 1831’de Berlin’de öldü. Würtenburg Maliye Bakanlı-ğı’nda yüksek görevli bir babanın oğludur. Düzenli ve içine kapalı bir çalışma alışkanlığı bulunan babasının etkisi altında yetişti. 1777’de girdiği Gymnasium’u 1788’de bitirdi. 1788’de Tübingen Üniversitesi’ne yazıldı, orada felsefe, hukuk, tanrıbilim, dilbilim öğrenimi gördü. 1793’te üzerinde “tanrıbilim ve dilbilim konularında başarılı, ancak felsefe yeteneğinden yoksun” yargısı bulunan bir diploma aldı. 1796’ya değin Bern’de öğretmenlik yaptı. Bu sürede çalışmalarını felsefe ve tanrıbilim konularında sürdürdü. Schelling ve Hölderlin ile yakın ilişkiler kurdu. 1797’de Frankfurt-am-Main’da özel eğitmenlik yaptı. Babası ölünce, kendisine kalan parayla Schelling’in önerisi üzerine Jena’ya yerleşti. Tieck, Novalis gibi dönemin ünlü aydınlarıyla tanıştı, Fichte’nin görüşlerini benimsedi. 1803’te Jena Üniversitesi’nde profesör oldu. Napoleon’un kenti ele geçirmesi üzerine evi aranan Hegel, yeni düzenlemekte olduğu yapıtlarını alarak Bamberg’e gitti. Geçim sıkıntısına düştüğünü gören Goethe, dostu Knebel’den ona verilmek üzere ödünç para istedi. Hegel, 1807-1808 arasında bir gazete çıkararak çalışmalarım yayımlamaya başladı. 1808’de Nürnberg’e giderek Gymnasium’un başyöneticisi oldu. 1812’de Wissenschaft der Logik (“Mantık Bilimi”) adlı yapıtının yayımlanmasından bir süre sonra Heidelberg Üniversitesi’nde felsefe kürsüsüne profesör atandı. 1817’de Enzyklopâdie der Wissens-chaften’m (“Bilimler Ansiklopedisi”) yayımlanışı üzerine 1818’de Berlin Üniversitesi’nde görevlendirildi. 1822’de Felemenk’e, 1826’da Viyana’ya, bir ara Paris’e gitti. Bu gezilerinde de felsefeyle ilgili çalışmalarını sürdürdü. Berlin’de çıkan veba salgınında öldü.
Felsefenin üç temel sorunu
Hegel felsefesinin odağını üç temel konu oluşturur. Bunlardan birincisi evrenin yaratılışı dolayısıyla Tanrı varlığını bir varlıkbilim sorunu olarak işleyen mantık, İkincisi tanrısal varlığın özdeksel evrende tinsel bir nitelik taşıyan açılımını konu edinen doğa felsefesi, üçüncüsü de insan tininde, yaratılış olayından kaynaklanan ve yeniden Tanrı’ya dönüşü açıklamaya çalışan tinin felsefesidir. Hegel bu üç konuyu, felsefenin bütünlüğü içinde, değişik sorunlara çözüm arayarak işlemiş, insan düşüncesinin gelişim aşamalarını, ortaya koyduğu değişik ürünleri, her türlü oluşumu sav-karşısav-bireşim üçlüsüne dayanan bir yöntemle açıklamaya çalışmıştır.
Felsefenin görevi ve gerçek
“Felsefenin temelini düşünme eylemi oluşturur” yargısından yola çıkan Hegel’e göre, gerçeğin kaynağına deneye, deney verilerine dayanmadan, salt düşünmekle varılabilir. Çünkü felsefe nesneleri görülür duruma getirebilir, daha açığı “felsefe nesnenin düşünceyle görülmesidir”. Nesne de özne gibi ussal bir varlıktır, bu özellik özne ile nesnenin özdeş usun ayrı ayrı biçimlenişinden kaynaklanmaktadır. Her varlık türünün kurucu öğesi ustur, bu nedenle varolmak ussal olmaktır. Ancak felsefede us ilkelerine dayalı düşünme, “kavramların oluşturduğu dizge bütününe yapıcı ve yaratıcı bir nitelik kazandırmaktır”. Düşünme, düzenli ve sürekli bir gelişmeyle kavramları birbirinden türetir, bir “kavramlar dizisi” oluşturur. Bu oluşturucu gelişmenin son aşaması bütün kavramları kendinde toplayan, evren kavramıdır, işte, görevi varlığın özünü kavramak olan felsefenin kendi kendini düşünme anlamını içermesi bundan dolayıdır. Hegel düşünme ile gelişmeyi birbirini gerektiren iki temel eylem olarak niteledikten sonra yöntem sorununa geçer, bu konuda evrensel geçerliği olan bir temel ilkenin bulunduğunu ileri sürer. Yöntemin özünü kuran bu temel ilkeye diyalektik (eytişim) adını verir.
Sav-karşısav-bireşim
Diyalektik, düşünmenin içinde doğanın da bulunduğu, bütün varlığın gelişme biçimidir. İnsan, düşünme yeteneğinin gücüne dayanarak, en tümel olanı düşünürse bir yandan yöntem sorunuyla, bir yandan da varlık kavramıyla karşı karşıya gelir. Soruna aranan çözüm yöntemin diyalektik bir nitelik taşıdığını gösterir. Çünkü en tümel olan varlık, kavramdır. Bu kavram içeriğinden soyutlanarak düşünülür, soyutlama yoluna gidilmezse tümel olmayan, tikel olan, belli bir nesne düşünülmüş olur. Oysa en tümel olan bu varlık kavramının içi boştur, tikel bir nesnesi yoktur. Bu durumda içeriğinden soyutlanan varlık, içi boş bir kavramla yansıtılır ve “varlık” “yokluk” çelişikliği ortaya çıkar. Düşünme eylemi sürdükçe bu çelişikliğin giderilmesi gereği doğar ve boş olan, yokluğu bildiren kavrama bir içerik kazandırma sorunu belirir ki, bu da “oluş”tur. Böylece üçlü bir süreçle karşılaşılır. Hegel bunu, varlığı sav (These), yokluğu karşısav (Anti-these), oluşu da bireşim (Synt-bese) biçiminde ortaya koyarak açıklar. İşte diyalektik yöntemin temelini oluşturan bu üç öğedir.
İdenin gelişimi, açılımı ve yöntem – Çelişkiden kurtuluş
Hegel’e göre varlık, düşünce gibi, diyalektik yönteme uygun olarak boyuna gelişen, ilerleyen bir süreçtir. Bu gelişmenin temelinde kendi kendini açan, belli bir ereğe yönelen, ilke vardır. Bu ilke, bu temel öğe, Hegel’in dilinde ele alınan sorunun çözüm biçimine göre, ide, tin, söz, us, gibi değişik adlar alır. İde yerine göre evren, varlık, oluş gibi değişik alanların ortaya çıkmasını sağlar. İde evrenin içinde olduğu gibi, evren olarak da gelişir. Onun gelişmesi evreni oluşturur. Bu değişik durum diyalektik yöntemin yapısı gereğidir. Bu gelişim süreci içinde idenin ereği kendini bulması, kendi bilinç ve özgürlüğüne kavuşmasıdır. İde ya da tin belli ereğine yönelince üç aşamalı bir açılma, bir gelişme ortamına girer. Bu ortamın aşamaları da diyalektik yönteme uygun olarak sıralanmıştır. Birinci aşamada tin ya da ide kendi içindedir, kendi kendisiyle sınırlanmıştır, kendi kendine bir varlıktır. Onun bu aşamada başlıca özelliği bir olanaklar alanı olmasıdır, özünde saklı gücü gerçekleştirme eylemine geçmemiştir. Oysa onun kendini bilmesi, kendi özünün bütünlüğünü kavraması için gerçeklik kazanması gerekir. Tinin, kendini gerçekleştirmesi amacıyla ilk açılımı, kendi özünden dışa taşması doğayı oluşturur. Ancak, doğayı oluşturan tin (ide) kendi özünden uzaklaşmış, kendi kendine yabancılaşmış, özüne aykırı bir nitelik kazanmıştır. Bu olay, tinin kendi kendisiyle çelişmesidir. Bu çelişkiden kurtulmak için yeni bir açılma söz konusudur, o da tinin kendine dönüşü, kendi ürünü olan kültür evreninde birliğe ulaşmasıdır. Bu ulaşma kendi kendinde olan tinin, kendine yabancılaştığı doğa ile birleşmesi sonucu sağlanır. İşte bu birleşme, bu bütünlüğe ulaşma tinin kendine dönmesi, doğa ile çelişkisinin ortadan kalkmasıdır. Bu da yalnız kültür evreninde sağlanır. Tinin kendini bulması özgürlüğüne kavuşması, kendi kendinin bilincine varmasıdır. Doğada geçerli olan tek yasa zorunluluk, kültür evreninde ise özgürlüktür. Bu gelişmenin, tinin açılımının geçtiği üç aşamadan birincisi sav, İkincisi karşısav, üçüncüsü ise bireşim adını alır. Bu gelişme süreci sonunda üç ayrı varlık alanı oluşturur.
Üç türlü varlık alanı
Tinin açılımı sonucu oluşan bu üç alan yapı ve yasaları bakımından birbirine benzemez. Birincisi, mantık ve matematiğin konu edindiği bağımsız nesneler alanıdır. Özdekle, insan bilincinin yaratmalarıyla ilgisi olmayan bu varlıklar önsüz-sonsuzdur. Burada bulunan kavramlar ve sayılar dizgesi düşünme eyleminde, insanın etkisi olmadan, kendiliğinden gelişir. Düşünen insan bunları ortaya çıkarır, yaratamaz. Değişmeyen, kendi kendisiyle özdeş kalan bu varlıklar arasında, gene kendiliğinden kurulan bir oran, bir düzen vardır.
İkinci varlık alanı doğadır. Burada tin kendi kendine yabancılaşmış, oluşu gerçekleştiren ortamın doğmasına olanak sağlamıştır. Bu nedenle doğa bir “oluş alanı”dır. Doğada bir nesne ancak başka bir nesne dolayısıyla vardır, kendiliğinden değildir. Bütün nesneler uzay ve zaman bağlantısı içindedir, süreklilik bir görünüştür. Bu alanda, nesneler için, öncelik-sonralık, neden -etki ilişkisi egemendir. Tinin özgürlükten, bilinçten yoksun olduğu bu alanda zorunluluk geçerlidir. Ancak bu özelliği, doğanın usdışı bir varlık alanı olduğu anlamına gelmez. Çünkü doğa da usun, tinin gerçekleşmesiyle varlık niteliği kazanmıştır, bundan dolayı doğa da usa uygundur.
Uzay, zaman ve düşünce
Tinin gelişme sürecinde son ve üçüncü aşama kendi kendisiyle çelişik durumlardan kurtularak bireşime varmaktır. Bu durum tinin doğadan sıyrılması, kendi özüne uygun bütünlüğe kavuşmasıdır. Bu alan kültür evrenidir, insanın düşünen, yaratan bir varlık olarak bulunduğu ortamdır. Bu ortamda tin önce tek insanda, bireyde uyanmaya başlar, sonra bireyin içinde bulunduğu varlık alanı olan toplumda kendi kendinin bilincine varır. Tin bu aşamada doğadan kurtulmuş, bireşim ile çelişik durumu ortadan kaldırarak birlik ve bütünlüğe dönüşmüştür. Hegel’in tinsel evren olarak adlandırdığı bu varlık alanında insan değişik yaşantılarına, nesnelerin çokluğuna karşın hep kendi kendisiyle özdeş bir “ben” olarak kalır. Uzay ve zaman içinde bulunan bu tinsel varlık alanının başlıca özelliği doğaya benzememesidir. Burada insan bilinci, gövdesi gibi uzay ve zaman içinde değil, uzay ve zaman insan bilincindedir. İnsandaki anımsama gücü, onun geçmişe ve geleceğe uzamasını sağlar. Bu tinsel evren kendi kendinde ve kendisi için olan bir varlık alanıdır. Bu alanda “ben” bağımsızdır, bir bilincin taşıyıcısıdır, “kişi”dir.
Kişiliğin ortaya çıkışı
Hegel insanın kişi olarak ortaya çıkışını tinin açılımı ile bağlantılı aşamalardan biri olarak görür. Ona göre tin tek kişide değil, bireyi aşan bir oluşum aşamasından sonra ortaya çıkan alanda, devlet, sanat, din ve felsefe gibi varlıkların bütünleştiği ortamda kendini bulur. Bu alan salt kültür evrenidir ve Hegel’in devlet anlayışının biçimlendiği yerdir. Bu tinsel evrenin oluşmasında da öznel tin, nesnel tin, saltık tin gibi üç aşamalı bir gelişim süreci vardır. İlk aşamada bulunan öznel tin (subjektiver Geist) insan bireyinin yaşamında ortaya çıkan eksik bir kavram durumundadır. İkinci aşamada nesnel tin (objektiver Geist) vardır, bu tinsel alan kültür evrenidir. Burada ide (tin) kendi özüne uygun gelen bir varlık alanını, yeni bir evreni gerçekleştirmiştir. Bu alanın başlıca öğeleri toplum, devlet ve tarih gibi kültür ürünleridir. Bu alanın başlıca özelliği özgürlüğün egemenlik sağlamasıdır. Üçüncü ve-son aşamada tin birlik ve bütünlüğe ulaşır, kendi varlığının kesin bilincine varır. Bu alanın öğeleri de din, sanat ve felsefedir. Bu öğeler sonsuz bir gelişme süreci içinde bulunduğundan ölümsüzdür.
Devlet-toplum-birey — Üç türlü devlet
Devlet, Hegel felsefesinin önemli konularından biridir ve tinin açılımı, gelişme süreciyle bağlantılıdır. “Düşünen, kendini bilen, bildiğini eyleme dönüştürerek yerine getiren genel istencin gerçekleşmesi”, devlet denen varlığı oluşturur. Bu nedenle devlet, özü gereği, ussaldır, bireysel istençlerin bir birikimi değil, tanrısal bir istenç, canlı bütünlüktür. Onun konusu ne bireylerin ereği, ne de onların çıkarlarını korumaktır. Devlet, bir varlık olarak, kendi kendinin ereğidir. Çünkü bireyin değeri, önemi, devlet içinde, devlete bağlı bir varlık olmasmdadır.Nesneltinin açılımından, kendi kendini gerçekleştirmesinden oluştuğu için devlet bireyi de, bireysel istenci de aşar. Ancak bu durum bireyle devlet arasında bir bağlantının bulunmadığı anlamına gelmez. Çünkü devletin varlığı, bir yandan da, onun kapsadığı bireylerin bilincinde bulunmasına dayanır. Burada bireysel istenç ile genel istenç arasında bir uzlaşma ortaya çıkar, böylece birey kendini aşan, daha üstün bir yasaya bağlanır, onu kendi yasası olarak benimser. Hegel, devletle ilgili görüşlerini, kendi düşünce dizgesine göre sergilerken tarih verilerinden yararlanır. Ona göre, devletin oluşma sürecinde, insanlık tarihi üç büyük evreden geçmiştir. Bu evrelerin ilki Çin, Hint, Mısır, Babil ve İran’ı kapsayan eski Doğu ülkeleridir. Bu ülkelerde bütün yönetim gücünü elinde tutan, tek egemen yetke devletin başında bulunan kişidir. Bu yönetim türünde yalnız toplumun başında bulunan kişi özgürdür, hukuk ve devlet onun varlığında toplanır. Oysa bu özgürlüğün de belli bir kuralı, sağlıklı bir düzeni, yasal niteliği yoktur. Bu ülkelerin kültürleri yalnız dinden kaynaklanır, tek boyutludur.
İkinci evrede Yunan-Roma uygarlık alanı bulunur. Toplum yönetimi tek kişinin istencine değil, belli yasa ve kurallara dayanır. Özellikle Roma gerçek devletin kurucusudur. Bu devletin özelliği sürekli ve düzenli yasalara dayanmasmdadır. Görevlilerce uygulanan bu yasalar tek kişinin istenciyle değil, toplumun onayıyla düzenlenmiş, yürürlüğe konmuştur. Bu nedenle Roma’da yasa yurttaşların bağlı kaldıkları nesnel bir dayanaktır. Orada devlet görünmeyen bir erk, bir tin olarak oluşmuş, toplumunun bütününü kapsamıştır. Buna karşın Yunan devleti bir “site” görünümündedir. Roma’daki gelişim aşamasına ulaşamamışsa da yasal yapısı bakımından Doğu ülkelerinkilere benzemez, toplumun egemenliği ağır basar.
Üçüncü evrede Hıristiyanlık’m egemen olduğu devlet anlayışı söz konusudur. Hıristiyan dininin, tarih bakımından, getirdiği inanç yeni bir devlet türünün doğmasına olanak sağlamıştır. Bu devlet biçiminde başlıca ilke bütün yurttaşların özgür olmaları, özgür istençleriyle devletin yaşamasına ve gelişmesine yardım etmeleridir. Ancak, bu tarihsel gelişim evresinde, Orta Çağ ile Yeni Çağ devlet anlayışı arasında, ilke bakımından, bir ayrılık vardır. Orta Çağ’da kilise-devlet karşılıklı çatışma durumundadır, ikisi de yönetimi kendi elinde bulundurmak ister. Özellikle kilise, devlet içinde devlet görünümündedir. Yeni Çağ bu karşıtlığı ortadan kaldırmış, dini bireyin vicdan sorunu, devleti de dışsal bir kuruluş durumuna getirmiştir.
Ahlakın oluşumu
Ahlak sorunlarının çözümünde Hegel nesnel tinin gelişiminden yola çıkar. Ona göre bu gelişim birey istencini genel istenç ile uzlaştırarak tek kişinin birey üstü olan bir yasaya bağlanmasına olanak sağlar.
Birey, bu yasayı kendi yasası olarak, benimseme gereğini duyar ki, ahlak ilkelerine göre davranmanın, temeli de budur. Ahlak alanında yükselme, kişinin kendini aşarak, nesnel düzene, bireyüstü olana bağlanmasıyla orantılıdır. Çünkü tek kişinin yaşamı bireyüstü bir düzen içinde anlam ve değer kazanır. Bireyin istenci ile genel istencin uyumu, kaynaşması, kişiyi nesnel ahlaka (objektive Sittlichkeit) ulaştırır. Hegel, bu nesnel ahlakın gerçekleşmesinde diyalektik yöntemin egemenliğini vurgular, üç aşamalı bir ilerlemeden söz eder: a) Genel ahlaka giden yolun ilk basamağı olan aile ahlakı. Burada birey kendini yeterince aşmış, doğal durumdan kurtulmuş değildir, b) Toplum ahlakı. Burada nesnel ahlaka giden yolun ikinci basamağı bulunur. Özel istençle genel istenç arasında bir uzlaşma, birbirine yakınlaşma başlar. Ancak toplum bir çıkar birliğinin, yarar ortaklığının oluştuğu kurum niteliği taşıdığından birey istenciyle, genel istenç karşı karşıyadır (These-Antithese). c) Özel istenç ile genel istencin uyuma vardığı, birbiriyle birleşip bütünleştiği bu aşamada nesnel ahlak ortaya çıkar. Devlet denen bu aşamada, gelişme doruğuna varmış, gerçekliğe ulaşmıştır.
Estetik- güzellik-ide
Hegel felsefesinin tabanını oluşturan konulardan biri de estetiktir. Ona göre estetik güzel sanatlar felsefesidir ve bilimdir. Bu bilimin a) sanatta ideal olanın incelenmesi, b) simgesel sanat, klasik sanat, romantik sanat, c) sanat alanları: Yontu, resim, müzik, şiir ve mimarlık gibi, üç ana bölümü vardır. İnsanın bir gereksinmesi olarak ortaya çıkan sanat, tinsel ve duygusalın uzlaşmasından doğan uyumdur. Sanata karşı gereksinmeyi doğuran da insanın düşünen bir bilinç olmasıdır. Burada da idenin gelişimi söz konusudur, çünkü idenin dışında bir sanat varlığı düşünme olanağı yoktur. Duyusal bir tasarım olan sanatın belirleyici özelliklerinden biri güzelliktir. Güzellik ise gerçeğin kendisidir. Sanat, gerçeği duygusal bir biçim içinde bilince gösterir. Bu duygusal gösterme ya da görünüşün oldukça derin bir anlamı vardır, o da en üstün yetkinliğe ulaşmayı erek edinmedir. Hegel, estetiğin temeli olan sanatı açıklarken, diyalektik yöntemin yeni bir uygulamasını yapar ve yerine göre tin, ide kavramlarını kullanarak konuyu belli bir gelişimin, ilerlemenin süreci içinde aydınlatmaya çalışır. Bunu yaparken de güzel ya da güzellik idesi çevresinde dolanır, sonunda sanatı idenin açılımına bağlar,
Hegel’in geliştirdiği diyalektik dizge öğretisi kendi çağında da, 20. yy başlarından sonra da etkili olmuş, birçok yeni kuramın ortaya atılmasına olanak sağlamıştır.Bunlardan en etkilisi Yeni-Hegelcilik akımı olmuştur. Alman İdealizminin doruğu sayılan Hegel dizgesi, bir süre bırakılmışsa da, en büyük etkisini, 19. yy’da maddeci düşüncenin gelişmesinde ve bundan kaynaklanan Marxist tarihsel maddeci kuramın biçimlenmesinde göstermiştir.
• YAPITLAR (başlıca): Phânomenologie des Geistes, 1807, (“Tinin Görüngübilimi”); Logik, 1812, (“Mantık”); Enzyklopâdie der Wissenschaften, 1817, (“Bilimler Ansiklopedisi”); Rechtsphilosophie, 1821, (“Hukuk Felsefesi”); Samtliche Werke, (ö.s.), 20 cilt, 1969, (“Bütün Yapıtları”).
• KAYNAKLAR: E. von Aster, Hukuk Felsefesi Dersleri, 1943; E. Breliler, Hıstoire de la philosophie, 1981; R.Buber, Deutsche Idealismus, 1978; J.Cohen, Theorie der Dialektik, 1923; M.Gökberk, Felsefenin Evrimi, 1979; M.Gökberk, “Hegel’in Devlet Felsefesi”, Felsefe Arkivi, I. 1946; M.Gökberk, “Hegel’in Felsefesi (Yaşayan Yönleriyle)”, Felsefe Arkivi, 1972; J.Hyppolite, La philosophie de l’Histoire de Hegel, 1946; G.Lukacs, Der Junge Hegel, 1948.
Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi