Niels Bohr Kimdir, Hayatı, Eserleri, Hakkında Bilgi

BOHR, Niels (1885-1962)

Danimarkalı fizikçi. Hidrojen tayfını açıklamasıyla vardığı atom modeli, çağdaş atom fiziğinin temelini oluşturmuştur.

Niels Henrik David Bohr 7 Ekim 1885’te Kopenhag’da doğdu. Babası Christian Bohr Kopenhag Universitesi’nde fizyoloji profesörü, annesi ise Danimarka’nın sayılı bankacılarından birinin kızıydı. Kopenhag Üniversitesi’ndeki fizik ve felsefe öğreniminden sonra, 1911’de metallerin elektron kuramı konusundaki teziyle doktora derecesini alan Niels Bohr, aynı yıl İngiltere’ye giderek Cambridge Universitesi’nde J.J.Thomson ile çalışmaya başladı. 1912 Mart’ ında araştırmalarını..Rutherford’un.. yanında sürdür-
mek amacıyla Manchester Üniversitesi’ne giderken, onu en çok çeken konu, Rutherford’un bir yıl kadar önce önerdiği atom modeliydi. Gerçi Rutherford’un laboratuvarmdaki çalışması yalnızca birkaç ay sürdü ama, Bohr’un tasarımının gerçeğe dönüşmesine yetecek kadar da verimli oldu. Sonradan o dönemi anlatırken, Rydberg’in hidrojen tayfı üzerindeki çalışmalarını ve özellikle Balmer’m formülünü görür görmez kafasında her şeyin birdenbire açıklığa kavuştuğunu söyleyecekti. Atomun ışıkla etkileşmesinde klasik fiziktekinden daha değişik yasaların geçerli olduğunu kavraması için, Balmer’ın formülünü gör mesi yetmişti. Bohr, fizikte devrim yaratacak nitelik.-teki bu tasarımını kalıcı ve geçerli bir atom modeline dönüştürmeyi başardığında artık Rutherford’un laıb o-ratuvarmda çalışmıyordu.

1912 yazında ülkesine dönen ve Margrethe N or-lund ile evlenen Bohr, o ders yılı başında Kopen hag Üniversitesi’nde yardımcı profesör olarak çalışm.aya başladı. Bir yandan da Manchester’daki çalışmalarını derleyip uzun bir inceleme yazmıştı. “On the Co nsti-tution of Atoms and Molecules” (“Atomlarrn ve Moleküllerin Yapısı Üzerine”) başlıklı tarihi makalesi Philosophical Magazine’in Haziran, Eylül ve Kasım 1913 sayılarında üç bölüm halinde yayımlandığında, klasik mekanikle kuvantum teorisini birleştiren bu yorumu fizikçilerin bir bölümü hayranlıkla överken bir bölümü kuşkuyla karşılamıştı.

Kopenhag Okulu
1914’e değin Kopenhag Üniversitesi’ndeki görevini sürdüren Bohr, araştırmalarına yeterince zaman ayıramamanın sıkıntısını iyice duymaya başladığında, Manchester Umversıtesı’nde ders vermesi için Rutherford’dan bir çağrı aldı. Çalışmalarını sürdürmek için bundan daha elverişli bir ortam bulamayacağını bilen Bohr hemen kabul etti ve 1914 sonbaharında Ingiltere’ye giderek, 1916’ya değm Manchester Üni-versitesi’nin Teorik Fizik bölümünde çalıştı. Ruther-ford ile geçirdiği bu iki yıl boyunca, atom fiziğiyle nükleer fiziğin sağlam temeller üzerinde etkin bir gelişme yoluna girebilmesi için özel bir enstitü gerektiğini düşünmeye başlamıştı. 1916’da Kopenhag Üniversitesi’nden profesörlük çağrısı alıp ülkesine dönünce bu tasarısını üniversiteye önerdi. Çok olumlu karşılanan bu düşünce savaş biter bitmem ele alındı, Kopenhag kenti enstitüye büyük bir yer bağışladı ve Bohr, Kopenhag Üniversitesi’ne bağlı T eorik Fizik Enstitüsü’nün ilk yöneticisi oldu. Dünyanın her yerinden gelen fizikçilerin katılmasıyla etkinliğini giderek artıran enstitü, kısa sürede “Kopenhag Okulu” adıyla teorik fiziğin en büyük merkebi durumuna geldi ve Bohr yaşamının sonuna değin b u kuruluşun yöneticiliğini sürdürdü.

1921’de Londra’daki Royal Society’nin verdiği Hughes madalyası Bohr’un bilimsel çalışmalarının ilk ödülüydü, bunu 1922’de Nobel Fizik. Ödülü izledi. Ancak onun için en değerli övgü enstitünün benimsendiğini ve Hevesy, Pauli, Heisenberg, Dirac gibi genç fizikçilerin kendisiyle çalışmak üzere akın akın Kopenhag’a gelişini görmek oldu. Gerçekten de 1920’lerde Kopenhag Okulu ile şu ya da bu biçimde ilişkisi olmamış önemli bir teorik fizik aşaması hemen hemen hiç yoktur. Heisenberg’in matris mekaniği, Schrödinger’in dalga mekaniği, Born, Dirac ve Jordan’ın bu iki mekaniğin eşdeğerliğini kanıtlamaları, Pauli’nin elektron spin kuramı, Louis de Broglie’nin madde ve dalga ikilemi kuramı hep Bohr’un enstitüsündeki canlı tartışma ortamından geçerek fizikte yerleşmiştir. Çeşitii ülkelerden Kopenhag Okulu’na gelmiş bir fizikçi kuşağının, eşsiz bir işbirliğiyle kuvantum mekaniği ve elektromanyetizmanın tutarlı bir genellemesini yaptıkları bu dönem kuvantum fiziğinin altın çağıdır.

Atom silahlarını engelleme girişimleri
Teorik Fizik Enstitüsü yöneticiliğinin dışında, 1938’den başlayarak ölünceye değin Danimarka Krallık Bilimler Akademisi’nin ve Danimarka Atom lSner jisi Komisyonu’nun başkanlığını yapan Bohr, bu komisyonda atom enerjisinin barışçıl amaçlarla kullanılması programının ilk aşamasını yönetmiş ve özellikle 1939’dan sonra insanlık ve barış adına verdiği uğraş, yaşamında bilimsel çalışmalarından daha önemli bir yer tutmuştur. 1940’ta, Alman işgali aklindaki Danimarka’da laboratuvar araştırmalarını ikinci plana itip, Danimarkalı Yahudiler’in yaşama hakl’arını savunan ve bilimin toplu yoketme amacıyla kullanılmasına karşı çıkan Bohr, Danimarka direniş örgütünün yardımıyla 1943 Eylül’ünde ailesiyle birlikte İsveç’e kaçtı. Oradan İngiltere’ye, daha sonra da ABD ’ye geçti. O yıllarda, Almanya’nın atom bombası yapma hazırlıkları içinde olduğunu ve Müttefik Devleıtler’in elinde de böyle bir silah bulunmadığı sürece Almanya’nın tüm dünyaya yayılmasını engelleyemeyeceklerini bilen İngiltere ve ABD de atom bombası çalışmalarına başlamıştı. 1944’te, atom silahlarının insanlık için yaratacağı büyük tehlikeyi vurgulayan ilk uyarı, her iki ülkede de bu çalışmalara katılan, özellikle ABD’de Los Alamos laboratuvarlarında M anhattan Projesi’nin ilk aşamasında etkin bir rol oyn ayan Bohr’dan geldi. 3 Temmuz 1944’te Roosevel’t ve Churchill’e birer yazı göndererek, savaşın artık sona ermek üzere olduğunu ve savaş sonrası o rtaya çıkabilecek nükleer silahlanma yarışını engellemek için, atom silahlarının ve atom enerjisinin uluslararası denetim altına alınmasını önerdi. Bu girişiminden bir sonuç alamayınca 1950’de bir mektupla Birleşmiş Milletler’e başvurarak, “her ülkenin, yalnızca ortak kültüre katkısıyla ve başka ülkelere kendi deneyim ve kaynaklarını sunarak yapacağı yardımla varlığını kabul ettirebileceği bir açık dünya” çağrısında bulundu. 1955 Temmuzu’nda Cenevre’de toplanan ve on beş yılı aşkın bir aradan sonra dünyanın hemen tüm nükleer fizikçilerini yeniden bir araya getiren “Atom Enerjisinin Barışçıl Amaçlarla Kullanımı İçin Birinci Uluslararası Konferans”Bohr’ un çabalarının ilk ürünüydü. 1957’de de, ABD’nin “Barış için Atom” Ödülü ilk kez Bohr’a verildi. Bohr’un o yıllardaki önemli etkinliklerinden biri de, 1952’de Cenevre yakınlarında kurulan CERN’in (Conseil eurOjpeen pour la reeherehe nucleaire/Avru-pa Nükleer Araştırma Konseyi) geliştirilmesidir. Kuruluşun teorik, araştırmalar bölümü beş yıl kadar Bohr’un Kopenhag’daki enstitüsünde ve onun denetimi altında çalıştıktan sonra, 1957’de Cenevre’ye taşınarak deney sel araştırmalar bölümüyle birleştirildi. İskandinav ülkelerinde genç teorik fizikçiler yetiştirmek ve nükleer fizik araştırmalarını yönlendirmek amacıyla, Kopenhag’daki Teorik Fizik Enstitüsü’ne bağlı NORDITA’nın (“Kuzey Ülkeleri Teorik Atom Fiziği Enstitüsü”) kuruluşunu ve örgütlenmesini sağ-
layan da gene Bohr olmuştur.

II.Dünya Savaşı’nın bitiminde ülkesine dönerek araştırmalarını ve Danimarka Krallık Bilimler Akademisindeki görevini sürdüren Bohr, 18 Kasım 1962’de Kopenhag’da öldü. Yeni düşünce ve gelişmelere her zaman açık olan kişiliğiyle kendisinden sonra yetişen genç fizikçiler kuşağını büyük ölçüde etkilemiş ve kuvantum fiziğinin gelişmesinde pek çoğuna önderlik etmiştir.

Kardeşi Harald August Bohr (1887-1951), Kopenhag Politeknik Enstitüsü’nde ve Kopenhag Üniversitesi’nde matematik profesörlüğü yapmış, analitik fonksiyonlar alanındaki çalışmalarıyla tanınmış değerli bir matematikçiydi. Frekansları tekdüze olmayan, dolayısıyla Dirichlet ve Fourier serileriyle incelenemeyen devirli fonksiyonlar için geliştirdiği “sanki devirli fonksiyon” kuramı onun adıyla bilinir. 1943’te yurt dışına birlikte kaçan, ülkelerine birlikte dönen iki kardeş arasındaki bağlılık ve dayanışma ömür boyu sürmüştür.

19 Haziran 1922’de Kopenhag’da doğan oğlu Aage Niels Bohr da, 1946’da Teorik Fizik Enstitüsü’nde araştırma asistanı olarak, nükleer fizik alanındaki ilk çalışmalarına babasının yanında başlamıştır. 1956’da Kopenhag Üniversitesi’nde fizik profesörü olan, babasının ölümü üzerine 1962’den 1970’e değin Teorik Fizik Enstitüsü’nün, 1975-1981 arası NOR-DITA’nm yöneticiliğini üstlenen Aage Niels Bohr, birçok bilimsel kuruluşun madalyasını, ayrıca 1969’da Barış İçin Atom Ödülü’nü ve 1975’te Nobel Fizik Odülü’nü almıştır.

Bohr’un atom modeli
Rutherford, atomun yapısını açıklayabilmek için, 1911 ’den başlayarak radyoaktif bozulma sırasında yayılan alfa parçacıklarıyla atomu bombardıman etmiş, sonunda atomun 10 8 cm çapında olduğunu ve ortasında pozitif elektrik yüklü bir çekirdek bulunduğunu kanıtlamıştı. Bu bulgulara dayanarak, ortadaki çekirdeği Güneş’e, onun çevresindeki yörüngelerde dolanan ve toplam elektrik yükünün sıfır olmasını sağlayan negatif yüklü elektronları da gezegenlere benzeterek, atomun çok küçük çapta bir Güneş sistemi olduğu sonucuna varmıştı. Ancak bu modelde aksayan önemli bir nokta vardı: çekirdeğin çevresinde dönen elektron, ivme kazanan tüm elektrik yüklü parçacıklar gibi ışın yayacağından sürekli enerji kaybedecek ve sonunda çekirdeğin içine düşecekti. Maddenin, hiçbir varlığın sürüp gitmesine olanak tanımayacak kadar kararsız olduğu anlamına gelen ve fizikçiler arasında büyük tartışmalara yol açan bu eksiklik, 1912’de Rutherford’un atom modeli üzerinde çalışmaya başlayan Bohr’un araştırmalarıyla giderildi.

Bohr, birden fazla gezegenli Güneş sisteminin matematiksel analizindeki güçlükleri iyi bildiğinden, en basit sistem olan tek elektronlu hidrojen atomuyla ilgilendi. Tayf analiziyle elde edilen hidrojen tayfı da, bu atomun yapısı üstüne bilgi verebilecek en önemli kaynaktı. Hidrojen gazından geçen ışık bazı frekanslarda soğuruluyor ve tayfta ışığın geçmediğini gösteren birtakım siyah çizgiler beliriyordu. Hidrojen gazı ışın yaydığında da, görünür ışıma yalnızca bu belirli frekanslarda ortaya çıkıyordu. 1885’te Balmer bu frekansları veren deneysel bir formül bulmuştu:
Bohr.PNG” border=”0″ alt=”” width=”219 41″ align=”left” />

v frekansı için, Rydberg’in adıyla anılan bir sabiti (R) ve keyfi seçilebilecek nvem gibi iki tamsayıyı içeren çok basit bir formüldü bu. Hidrojen atomunun tüm özelliklerinin bu formülde gizli olduğunu anlayan Bohr, hiç zaman yitirmeden formülün kuramsal yorumuna girişti.

Kuvantalaşma ilkesi
Bohr’a göre, ışığın yalnızca belirli frekanslarda soğurulması ya da yayımlanması, elektronun çekirdeğe ancak belli enerjiler için bağlı olabileceğini gösteriyordu. Başka bir deyişle elektronun enerji düzeyleri kuvantalaşmış demekti. O güne değin bilinen Newton mekaniğinde ve Maxwell’in elektrodinamik kuramında yer almayan kuvantalaşma kavramını ilk kez 1905’te, kara cisim ışımasını açıklamak için Planck ortaya atmıştı. Sonradan fotoelektrik etkiyi açıklamak için Einstein’ın da kullandığı bu kavram fizikte çok önemli gelişmelere yol açarak 20.yy fiziğinin temel taşı oldu. Bohr da, ilk kez atom modelini kurmak için başvurduğu kuvantalaşma ilkesinin en büyük savunucularından biri olarak, yaşamını bu ilkenin tanımlanmasına, geliştirilmesine ve kuvanta kuramından doğan yeni bilgikuramı (epistemoloji) kavramlarının tüm bilimleri kapsayacak biçimde genelleştirilmesine adadı.

Bohr’un atom modeli klasik fiziği aşan yeni ilkeler gerektirdiğinden, benimsenmesi de pek kolay olmadı. Bohr 1913’te yazdığı bu konuya ilişkin makalesini önce Rutherford’a göndermiş, ancak Rutherford hidrojen atomu için Bohr’un önerdiği modelin üstün bir düşünce ürünü olduğunu kabul etmekle birlikte, yap’tı onun kadar önemsememişti. Öbür fizikçilerin modeli benimsemesine de, makaledeki bir tümceden kaynaklanan bilimsel tartışma neden oldu. Tayf analizcileri, Balmer’m formülünde yarı tamsayılar kullanarak bulunan bazı frekansların da hidrojen tayfına ait olduğunu sanmışlardı. Bohr bu frekansların hidrojen atomunun değil, iyonlaşmış helyum atomunun tayfına ait olduğunu açıkladı. Çünkü önerdiği modelde çekirdeğin elektrik yükü Z ise, Rydberg sabiti de Z2 olarak değişiyor, böylece kuvantum sayıları yarı tamsayı olarak alındığında elde edilen 4 çarpanı, gerçekte helyum atomunun çekirdeğinde iki pozitif elektrik yükünün bulunmasından ileri geliyordu.Helyum atomlarının sızmasını tümüyle engelleyerek yapılan tayfçekimleri Bohr’un açıklamasının doğru olduğunu gösterdi ve Bohr modelini ilk benimseyenler tayf analiziyle uğraşan deneysel fizikçiler oldu.

Sonuçta, kuvantalaşmış yörüngelerdeki elektronların klasik elektrodinamik kurallarına göre ışımadığını açıklayan bu kuram, Rutherford’un modelindeki boşluğu doldurarak atomun kararlı yapısının nedenini ortaya koymuştu. Ancak Bohr, modelinin yarı klasik bir fiziğe dayandığım ve atomun daha gerçekçi bir modelini kurabilmek için yeni bir kuvantum fiziğinin gelişmesi gerektiğini biliyordu.

Tümleyicilik ilkesi
Bohr’un beklediği gelişme, pek çok olayı açıklamakta yetersiz kalan kuvantum kuramını yeniden ele alma gereğini hemen hemen aynı yıllarda duyan Louis de Broglie, Schrödinger, Pauli, Dirac ve Heisenberg’ ten geldi. 1924’ten 1927’ye değin uzanan birkaç yıl içinde, özellikle Paulı, GouJsmit ve Uhlenbeck tarafından yörünge elektronlarının enerji düzeylerini tanımlayan kuvantum sayılarına elektron spinini veren yeni bir kuvantum sayısının eklenmesi, Heisen-berg’in matris mekaniği, de Broglie ile Schrödinger’in dalga mekaniği, Pauli’nin dışta bırakma ilkesi, Dirac’ın kuvantum kuramıyla görelilik kuramını birleştiren yorumu ve en sonunda Heisenberg’in belirsizlik ilkesi kuvantum fiziğinin sorunlarına çözüm getirmişti. Özellikle Heisenberg’in, bir parçacığın hem konumunu hem de hareket momentini aynı anda aynı kesinlikle belirlemenin olanaksızlığını savunan belirsizlik ilkesi, Bohr’un daha ilk gençlik yıllarında benimsediği doğa felsefesi ile sonradan geliştirdiği kuvantum ilkeleri arasında sağlam bir köprü kurmuştu. 1927’de buradan yola çıkarak geliştirdiği “tümle-yicilik ilkesi”ni hem kendisi hem de bazı fizikçiler, kuvantum kuramının boşluğunu dolduracak yeterli bir açıklama olarak benimserlerken, aynı ilke Bohr ile Einstein arasında hiç bitmeyecek bir tartışmaya neden olacaktı.

Kuvantum fiziği, doğayı algılama konusunda da yepyeni bir bakış açısı getirmişti. Newton’dan bu yana doğanın tek bir görünümü olduğuna ve olayların belirlenimcilik (determinizm) ilkelerine uygun olarak geliştiğine, dolayısıyla ilk koşullar verildiğinde sonucun kesin olarak kestirilebileceğine inanılıyordu. Heisenberg’in belirsizlik ilkesi, ardından Bohr’un tümle-yicilik ilkesi bu görüşü temelden değiştirerek, bilimsel belirlenimciliğe vurulan son darbe oldu. Bohr’a göre, dalgalar ve parçacıklar doğanın ıkı tümleyicı görünümüydü. Başka bir deyişle, maddenin kimi zaman dalga, kimi zaman parçacık niteliğinde ortaya çıkması, gerçeğin birbirini bütünleyen iki yönüydü ve hiçbir deneyde bu iki davranış biçimi aynı anda gözlemlene-mezdi. Sonraki yıllarda Bohr bu ilkenin daha geniş bir yorumunu yaparak tüm bilimler için geçerli bir felsefe öğretisine dönüştürdü.

1932’de düzenlenen bir kongrede yaptığı “Işık ve Yaşam” başlıklı konuşmasında, yaşamın temel birimlerini ayrıntılı olarak incelemenin olanaksız olduğunu, çünkü böyle bir incelemede kullanılacak yüksek hızlı parçacıkların büyük bir olasılıkla yaşam birimlerini yok edeceğini dile getirdi. Bohr’a göre, enerji kuvantumları gibi yaşam üniteleri de daha basite indirgenemez özleri simgeliyordu; “atomun kararlılığının mekanik terimlerle açıklanıp incelenememesi ile yaşamın kendine özgü işlevsel niteliklerinin fiziksel ya da kimyasal açıklamasının yapılamazlığı arasında büyük benzerlik” vardı. Moleküler biyolojideki hızlı gelişmelere dayanarak, yaşamın gizinin mekanik açıklamasının eşiğine gelindiğini öne süren bilim adamlarına Bohr hiçbir zaman yakınlık göstermemiştir.

Bohr-Einstein tartışması
Tümleyicilik ilkesinin daha da temel bir öğesi, gözleyen ile gözlemlenen arasındaki etkileşimin dikkate alınmasıdır. Gözleyen ile gözlemlenen arasında, birbirleri üzerinde az da olsa değişikliğe yol açan sürekli bir etkileşim vardır; bu da öznel ile nesnel < arasındaki kesin ayırımın değişikliğe uğramasını gerektirir. Öznel-nesnel ilişkisine bu yeni bakış açısı çağın felsefe görüşünü büyük ölçüde etkilerken, gerçeğin mekanik açıklamasına yönelik çabaların karşısına katı bir engel gibi çıkan tümleyicilik ilkesine en büyük tepki Einstein’dan geldi.

Bohr ve Einstein’ın, kuvantum teorisinin temelleri ve bilgikuramı çerçevesindeki yorumu üzerinde yaptıkları tartışma, 20.yy’ın bilim dünyasında en ilginç örneklerden biridir. Kuvantum kuramının getirdiği yeni dünya görüşü, özellikle Heisenberg’in belirsizlik ilkesi nedensellik kavramını hiçe saydığından, kimi fizikçiler kuramın matematiksel yapısını kabul etmekle birlikte Kopenhag Okulu’nun geliştirdiği fiziksel açıklamasına karşı çıkıyorlardı. Bunların başında da, kuvantum teorisinin gelişmesinde çok büyük katkısı olan Einstein geliyordu. Bohr ve Einstein kuvantum mekaniğinin yorumunu ömür boyu tartıştılar, ama tartışmanın en ilginç aşaması 1927’de Brüksel’de toplanan 5.Solvay Fizik Kongre-si’nde yaşandı. Bir parçacığın aynı andaki konumunu ve momentini verebilecek kuramsal bir yöntemin . görelilik ilkesine dayanan açıklamasını yapan Einstein, böylece belirsizlik ilkesinin ve Bohr’un kuvantum teorisinin geçersizliğini kanıtlamış oluyordu. Bütün bir gece bu problemle uğraşan Bohr, ertesi sabah Einstein’a, bu yöntemi kurarken görelilik kuramının sonuçlarından bırmi kullanmayı unuttuğunu hatırlattı. Bu etkinin de hesaba katılmasıyla Einstein’ın yöntemi anlamını yitiriyor ve kuvantum kuramının tutarlılığı kanıtlanıyordu.

1932’de nötronun bulunmasıyla, fizikçilerin tüm ilgisi elektrondan çekirdeğe çevrilmişti. Atom çekirdeklerinin nötronla bombardımanından doğan çeşitli olguları anlayabilmek için de ilk başvurdukları Bohr’ un atom modeli olmuştu. Bu modelde elektronlar birbirlerinden hemen hemen tümüyle bağımsız hareket ediyor, tüm elektronların hareketlerinin ve konumlarının ortalama etkisinden doğan bir güç hepsini yönetiyordu. Ancak, nükleer titreşimlerin çokluğunu gözönüne alan Bohr 1936’da, çekirdekteki proton ve nötronların, bir su damlasını oluşturan moleküller gibi iç içe bir parçacıklar sistemi olarak düşünülmesini önerdi. Böyle bir sistemde çok sayıda enerji titreşim düzeyi olması gerekirdi ve bu nedenle, varolan enerjinin bir nötronda yoğunlaşıp onun salınmasına yol açması daha uzun zaman alırdı. Bu “su damlası” modeli de, ağır bir parçacığın büyük bir enerji açığa çıkararak hemen hemen eşit kütleli iki parçaya bölünmesiyle sonuçlanan fisyon olayının açıklanmasına olanak sağladı. 1939’da Bohr ve John Wheeler, ışıma, nötron yayımı, hızlı ve yavaş nötronların etkisi ve çekirdeğin fisyon sırasındaki, davranışım niceliksel ayrıntılarıyla açıkladılar. Özellikle yavaş nötronlarla bombardıman edilen LF35 izotopunun fisyona uğradığını, buna karşılık U238 izotopunun nötronları soğurarak fisyona uğramadığını açıklamaları izotop ayırma yöntemlerine temel oldu.

•    YAPITLAR (başlıca): “The Structure of the Atoms” Nature (112), 1923, (“Atomların Yapısı”); Atornıc Theory and the Description of Nature, 1934, (“Atom Kuramı ve Doğanın Tanımı”); Atomic Physics and Human Knowled-ge, 1958, (“Atom Fiziği ve İnsan Bilgisi”); Essays 1958-1962 on Atomic Physics and Human Knomledge, (ö.s.), 1963, (“Atom Fiziği ve İnsan Bilgisi Üstüne Denemeler, 1958-1962”).

•    KAYNAKLAR: R.Moore, Niels Bohr: The Man, His Science and the World They Changed, 1966; L.Rosenfeld, Niels Bohr: An Essay, 1945; S.Rozental, Niels Bohr, His Life and Work as Seen by His Friends and Colleagues, 1967.

Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski