BEDREDDİN [Sımavnalı] (1359-1420)
Türk fıkıh ve tasavvuf bilgini. İslam düşüncesini, yeni bir yoruma dayanarak, toplumculukla uzlaştırmaya çalışmış, mülkiyette ortaklığı savunmuştur.
Edirne’ye bağlı Sımavna ilçesinde doğdu, Serez’ de öldü. Babası kadılık görevinde bulunan İsrail’di. Gerçek adı Bedreddin Mahmud’dur; yaşamı sonradan birtakım söylencelerle süslenmiş, ileri sürdüğü söylenen düşüncelerin yarattığı tepkiyle, uyandırdığı geniş ilgiyle olağanüstü bir nitelik kazanmıştır. Bu nedenle, gerçek yaşamım söylencelerden ayırarak anlatma olanağı azdır. Bu konuda elde bulunan kaynaklar birbirini tutmamakta, onunla ilgili olaylara inanç açısından bakmakta, olandan çok, olduğu sanılanı yansıtmaktadır. Genellikle, aşırı bir Sünnî anlayışa dayanılarak yazıldığı bilinen kaynaklardan edinilen bilgilere göre Bedreddin Mahmud, ilk bilgileri, kadı olan babasından edinmiş, fıkıh, Hadis, kelam, tefsir gibi İslam bilimlerinin dışında sarf-nahiv ve belagat okumuştur. Sonra Anadolu’nun, başta Konya olmak üzere,kimiillerindedolaşmış, bilgisini artırmak düşüncesiyle Mısır’a gitmiş, orada çağın ünlü tasavvuf bilginleri Şeyh Muhammed b. Mahmud Ekmelüddin ile Şeyh Hüseyin Ahlati’nin yanında kalmış, onların düşüncelerinden esinlenmiş, yararlanmıştır. Bedreddin Mahmud, Mısır’da bulunduğu yıllarda, sonraları çağının ünlü bilginleri olan Hacı Paşa, Şemseddin Fenari, Ozan Ahmedi ile arkadaşlık etmiştir. Öğrenimini bitirdikten sonra, Mısır Sultanı Berkuk,Şeyh Hüseyin Ahlati’yi evlendirdiği Mâriye adlı kadının kızkardeşini de Bedreddin Mahmud’la evl^ndirmiştir. Hıristiyan’ken Müslüman olduğu söylenen bu kadının, sonraları Bedreddin Mahmud’un düşünceleri üzerinde etkili olduğu ileri sürülmüştür.
Bedreddin Mahmud, Anadolu’ya döndükten sonra önce Edirne’ye gitmiş, orada kısa bir süre içinde bilgisinin genişliği, konuşmalarının etkisiyle, birçok kimsenin çevresinde toplanmasını sağlamıştır. Yıldırım Bayezid-Timur olayından sonra, şehzadeler arasında başlayan çekişmeler sonucu Edirne’de sultanlığını ortaya atan Musa Çelebi’nin kazaskeri olarak görev almış, Musa Çelebi ile kardeşi Çelebi Mehmed arasında geçen savaşta Musa Çelebi’nin yenilmesi üzerine Bedreddin Mahmud da İznik’e sürülmüştür.
Bu sıralarda, Bedreddin Mahmud’un, düşüncelerinden esinlenen, bunları Hıristiyan inançlarıyla bağdaştırmaya ve toplumda uygulamaya çalışan Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal ile ilişki kurarak Aydıneli’ ne gittiği söylenir. Çevresinde toplanan kalabalığın sağladığı güçle Çelebi Mehmed’e karşı ayaklanan Bedreddin Mahmud önce başarı kazanmış; ancak, sonra yenilgiye uğrayıp yakalanmış, Serez’e götürülerek yargılanmış, Mevlânâ Haydar Acemî’nin verdiği Fetva ile asılmıştır.
Şeyh sanının niteliği – Tanrı insan özdeşliği
Adının Şeyh Bedreddin Mahmud diye anılmasına karşılık, bir tarikat kurduğu bilinmemektedir; şeyhliğin o dönemin anlayışına göre, bilimle ilgili bir san olduğu açıktır. Bütün kaynakların bildirdiklerine karşın, Şeyh Bedreddin Mahmud’un günümüze kalan yapıtlarında İslam inançlarıyla bağdaşmayan, onun tanrılık, peygamberlik savında bulunduğunu gösteren bir düşünceye rastlanmaz. Yapıtlarından anlaşıldığına göre o, daha çok bir fıkıh ve tefsir bilgini niteliğini taşır. Bedreddin Mahmud’a büyük ün sağlayan, ona bir “şeyh” sam kazandıran en önemli yapıtı Vâridât’ tır. Bunu yazdığı yıl da kesin değildir. Bu yapıtta ileri sürülen düşünceler, tasavvuf konularım yorumlamaktan, onlara ayrı bir anlayışla bakmaktan öteye geçmez. Öteki yapıtlarında bir İslam bilgini niteliği taşıyan Bedreddin Mahmud, Vâridât’ta bir tasavvuf eridir, yol göstericidir. Ona göre: Tanrı vardır, yaratıcıdır, önüne ön, sonuna son yoktur. İnsan, Tanrı’ya en yakın olan varlıktır, tanrısal özlerle donatılmıştır. Tanrı, kimi Şeriat bilginlerinin ileri sürdükleri gibi değildir, insanın özündedir, evrende görünüş alanına çıkmıştır. Bu nedenle varlık Tanrı’ dır, Tanrı varlıktır; gerçek “birlik”tir, ayrılık görünüştedir. Nesneler arasında ortaya çıkan “türlülük” bir görünüştür, özle ilgili değildir. Bu nedenle “var olanın Tanrı olduğunu, başka bir nesne olmadığım bil, amaç yalnız O’dur”.
“Salt varlık”, ancak kendi özü gereği olan, yalnız kendi kendisiyle varolan varlıktır. Birbirinin karşıtı olan, kendi özü gereği varlık niteliği kazanamayan ise yokluktur. Bu durumda varlıkla yokluk birbirini gerektirir. Oysa salt varlık için bir karşıt söz konusu olamaz. Yokluk karşısında varlığın olmama olanağı bulunmadığı gibi, varlık karşısında da yokluğun olmama olanağı yoktur. Tanrı, kendi özü gereği varolduğundan salt varlıktır. Salt varlık olan Tanrı’ nın, bütün nesnelerin oluş aşamasında kendini gösteren iki ayrı niteliği vardır. Bunlardan birincisi etkilemektir, bu niteliğiyle Tanrı “etkileyen”dir. İkincisi ise etkilenmektir, bu durumda da Tanrı “etkilenen”dir. Birinci durumda varlık Tanrı, ikinci durumda ise evrendir. “Salt varlık, salt oluştan, bağımlı oluştan, ikisinin birlikte bulunuşundan dolayı da ‘salt varlık’ tır, yüce Tanrı’dır.” Salt varlık olan Tanrı için tümel (külli) ve tikel (cüz’i) kavramları geçerli değildir. Tümel oluşta salt bulunma, tikel oluşta ise bağımlı olma durumları geçerlidir. Tanrı bütün varlık türlerini kuşattığından tümel, belli bir kaynaktan görünüş alanına (mazhar) çıkması yönünden de tikel sayılmıştır. Oysa Tanrı, kendi özü gereği, tümelden de tikelden de öncedir.
Tanrı yaratıcıdır, salt varlıktır, ancak bu yaratış bir “yoktan varediş” değil, Tanrı özünden çıkış, dışa taşma (sudür) niteliğindedir. Bütün varlık türlerinde görünen Tanrı olduğuna göre, düşünen, eylemde bulunan, devinen, yapan da Tanrı’dır, insan bir “görünüş”tür. Gövdenin ayrı bir biçimde olması Tanrı’nın değişik “görünüş”leri yüzündendir. insanda “gerçekleşen Tanrı varlığı”dır.
Evren bütün varlık türlerini kuşatır, ancak Tanrı varlığından ayrı değildir, “birlik” içindedir. Bu nedenle, Tanrı gibi, “evren de soyu, türü, özü bakımından kesin olarak önsüzdür (ezelidir, kadimdir), önüne ön yoktur. Onun sonradan ortaya çıkışı özü gereğidir, zaman yönünden değildir”. Bundan dolayı evrenin varoluşu, Tanrı özünden çıkış olarak anlaşılmalıdır. Tanrı özünden ortaya çıkışın da belli aşamaları vardır. Bu aşamalar en yüce varlık olan, tek varlık olan Tanrı’dan başlayarak, nesnelerin türlerine göre basamaklara ayrılır. Bütün nesneler, türlerine, niteliklerine göre sıralandıkları evrende bir “bütün” oluşturur, bu “bütün” de Tanrı’dır. Tanrı varlığı için “yokluk” ya da son, sınır düşünülemeyeceğine göre evrenin de sonu yoktur (ebedidir). Sonu olmayanın
önü de yoktur (kadimdir). Bu evrenin bütün örnekleri Tanrı özünde vardır, bu nedenle evrenin önü-sonu yoktur.
Bilginin kaynağı
Bilginin kaynağı seziştir (keşf). Seziş ise ancak seçme yeteneği (ihtiyar) olan varlıkta, insanda bulunur. “îhtiyâr”ın özünü, nesneler arasındaki ayrımı kavrama oluşturur. Tanrı, bütün nesnelerin kaynağıdır, bu nedenle onun görünüş alanına çıkışı (zahir) “oluş”u sağlar. Görünüş alanına çıkışıyla varolan nesne ise “mazhar”dır. Tanrı bu “mazhar”dan ortaya çıkan bütün nesnelerin nedeni olduğundan, “ihtiyar” onu bilmektir, “oluş”u kavramaktır. Mazhar (görünüş olayının gerçekleştiği varlık türü) insana duyularla verilen bütün bilgilerin de kaynağı durumundadır. Kesin bilgi, bu mazhardan ortaya çıkanı kavramakla sağlanır. Bu kavramak sözcüğü, sanmak anlamına gelmez. Bütün işler, eylemler Tanrı isteğiyde ortaya çıktığından, Tanrı’nın isteği bütün nedenlerin özüdür. Bundan dolayı bir işin oluşu, bir eylemin ereğine varışı Tanrı isteğinin gerçekleşmesidir. İnsanın “istersem yaparım, istersem yapmam” demesi yanlıştır, bilgisizlikten dolayıdır, insanda bilen, isteyen, yapan yalnız Tanrı’dır.İşte bütün bunları kavramak “ihtiyâr”dır. Hayvanlarda böyle bir seçme yeteneği (ihtiyar) yoktur. Şeyh Bedreddin bu görüşünü “seziş yoluyla bize verilen bilgi budur” sözleriyle dile getirmiştir. Ona göre bilgili olma gerçeğe yaklaşma, bilgisizlik ise gerçekten uzaklaşmadır. Ancak, gerçeği arayan kişi “bir yol göstericiye uyma gereğindedir”.
Şeyh Bedreddin, düş olayları konusunda, soyut varlıkların etkisine inanmaz. Özellikle uykuda “ruhun soyut varlıklarla birleştiği” görüşüne karşı çıkar. Ona göre “insan uyanıkken düşündüğü konuyu uykuda da düşünebilir”; düş, yaşanan olayların bir yansımasıdır. Uykudan önce bilinen, görülen, düşünülen, işitilen, tasarlanan, varsayılan ne varsa uykuda ortaya çıkabilir. Düş, soyut varlıklarla ruhun birleşmesinden doğsaydı, “insanın hiç görmediği, gönlünden geçirmediği nesneleri görmesi, duyması gerekirdi, öte yandan kendi türünden olmayan varlıkları da görebilirdi”. Bu nedenle “kişinin gördüğü düş ancak düşündükleridir”.
Ölüm ve dirilme
Ona göre ölümden sonra dirilme yoktur, “gövde ile ayrıntıları, dağılıp yok olduktan sonra yeniden eski biçimine dönemez, yeniden birleşip bütünleşemez”. Bu anlayışa göre ölüm bir değişmedir, dönüşme değildir. Doğuş bir başlangıç, ölüm ise sona eriştir. Bu olay bütün nesneler için geçerlidir. Nitekim “her nesnenin önüne dünya, sonuna ahiret denebilir”. Bu olay sevindirici, üzücü, acı verici nesneler için de geçerlidir. İnsan, sonunda beğenmediği, sevmediği bir işi yaptıktan sonra “üzülür, yapmasaydım diye yakınır”, oysa bunu yaparken başka türlü düşünür, kıvanır. “Ahiret”, iyi olan, sevinç veren “dünya yaşamı”nm arkasından gelen üzücü, acı verici, tatsız olaydır, din bilginlerinin ileri sürdükleri gibi değildir.
Şeyh Bedreddin’in ahlak ve estetik konularındaki görüşleri, yaşanan olaylardan kaynaklanır. Ona göre evrende bütün nesnelerin biri güzel, iyi, biri de kötü, güzel olmayan gibi iki ayrı yanı vardır. İyiyi, güzeli, kötüden, çirkinden ayıran ölçü, insanın davranışıdır. Bu davranışın tek nedeni de Tanrı’dır. Tanrı yapılmasını istediği bir iş olunca, onun iyi, güzel yanım gösterir, insan, kendi özünde dile gelen Tanrı buyruğuna uyarak, istenen işi yapar. Bu iş iyidir, güzeldir. Öte yandan, Tanrı yapılmasını istemediği bir işin kötü yanını gösterir, insan da ondan kaçınır. Bundan dolayı iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin ölçeği eylemdir.
Osmanlı kaynaklarında, Şeyh Bedreddin’le ilgili olarak gösterilen düşünceler arasında toplum düzenini, aile kurumunu, malvarlığını konu edinen savlar çoktur. Bu savlara göre bütün insanlar arasında malvarlığı eşitliği temeldir. Yeryüzü belli ulusların, belli yönetimlerin değil bütün insanların ortaklaşa yararlanmaları gereken bir alandır.Başlıca değer kaynağı emektir. Bütün insanlar eşit ölçüde çalışmalı, üretilenlerden gene eşit oranda yararlanmalıdır. Ka-dın-erkek birliğinden oluşan aile kurumunda erkeğin egemenliği insan varlığına aykırıdır. Bütün toplum kuramlarında kadm-erkek eşitliği temel olarak alınmalıdır. Üretmeden tüketmek yasal değildir. Tanrının birliğine inanmış bütün dinlerin ereği bir olduğuna göre “mezhep” ayrılıkları gereksizdir, insan eşitliğiyle bağdaşmaz. Börklüce Mustafa aracılığıyla yayıldığı bildirilen bu görüşler nedeniyle Şeyh Bedreddin,
kendinden sonra gelenler üzerinde çağlar boyunca etkili olmuş, adına bir de “Simaviye” denen tarikat kurulmuştur.
• YAPITLAR (başlıca) :Letaifü ’l-İşarat; Şerh-i Teshil,Camiü ’ lFusuleya; Camiü’l-Fetva; Vâridât-ı Kübra 1980; Nuru’ l Kulub; Meserretü’l-Kulub; Ukudu’l-Cevahir; Çerağu’ l Futuh.
• KAYNAKLAR: N. Atsız (yay.), Âşıkpaşazade Tarihi, 1970; Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, 1914; A. Gölpmarlı ve I. Sungurbey, Sımavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, 1966; Hoca Sadeddin Efendi, Tacü’t-Tevarih, 1279-1862; İ.Z. Eyuboğlu, Şeyh Bedreddin ve Vâridât 1980; Ş. Yaltkaya, Sımavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, 1340(1924).
Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi