Aba Nedir, İslam Kültüründe, Tarihinde Aba, Hakkında Bilgi

ABÂ
 
Müslüman kavimlerin çoğu tarafından giyilen önü açık bir üstlük ve bu üstlüğün yapıldığı kaba kumaş. Abâe veya abâye keli­mesinin çoğul şekli olan ve genellikle tekil mânasında kullanılan abâ, hadis­lerde “Yoksulların giydiği kaba bir el­bise” olarak tarif edilmektedir. Hz. Peygamber’i ziyarete gelen Mudar’dan bir cemaatin üzerlerinde abadan başka bir şeyleri olmadığı , Medine dışında oturanların cuma na­mazı kılmak için şehre geldikleri zaman üzerlerinde abâ bulunduğu, abanın et­rafa yaydığı kötü koku cemaati rahatsız ettiğinden Hz. Peygamber’in onlara yı­kanarak gelmelerini tavsiye ettiği bilin­mektedir. Huzeyfe, peygamberin, üzerinde namaz kıldığı bir abayı kendisine hediye ettiğini söyler. Bununla beraber Hz. Peygamber zamanında abanın fa­kirlik alâmeti olmadığı ve özellikle bir dinî mâna ifade etmediği muhakkaktır.

Zühd hareketi döneminde dünya ni­metlerinden yüz çeviren zâhidlerin kılık kıyafete değer vermedikleri bilinmekte­dir. Veysel Karanfnin mezbelelikten topladığı eski elbiseleri birbirine yama­yarak Örtünme ihtiyacını karşılaması, zâhid ve sûfîler için örnek bir hareket olmuştur. Bu dönemde murakka’. hırka, sûf. kisâ ve mirt gibi elbise çeşitleri de zâhidler tarafından kullanılmakta ve bunlarla abâ arasında fazla bir fark bu­lunmamaktaydı. Abâ giymenin ilk zâhid­ler ve sûfîler zamanında yaygınlık ka­zandığını, bu kıyafetin bir zühd ve fakr alâmeti sayıldığını gösteren rivayetler de vardır. Meselâ, Asamm’a göre abâ, zühd alâmetlerindendir. Bu yüzden, “Kal­binde beş akçe değerinde abâ giyme arzusu bulunan bir kimsenin üç buçuk akçelik abâ giymesi doğru olmaz. Böyle bir kimsenin abâ yerine yeni bir elbise giyerek zühdünü saklaması kendisi için daha iyi oiur.” Hâtem et-Asamm’a isnat edilen yukarıdaki sözü Ebû Süleyman ed-Dârânîye atfeden Kuşeyrînin abâ yerine sûf kelimesini kullanması, abâ ile süf arasında bir ayırım yapılmadığını gösterir. Bu sebeple abâ daha sonraları “Hırka-i sûfiyye” ve “Cübbe-i peşmîne” şeklinde tarif edilmiştir.

Sûfîler, muhtemelen Şiîlikteki Ehl-i abâ anlayışının tesiriyle, abaya manevî bir değer verip onu bir zühd ve fakr sembolü haline getirmişlerdir. Bazı ri­vayetlere göre Hz. Peygamber abasını Fâtıma. Ali, Hasan ve Hüseyin’in üzerle­rine örterek bunların Ehl-i beyt olduk­larını söylemiş, bundan dolayı bu abanın altında toplananlara Ehl-i abâ denilmiş­tir. Diğer bazı rivayetlerde ise abâ yeri­ne nimre, mirt ve kisâ gibi değişik keli­meler kullanılmıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber’in gerçekten Ehl-i beyt’ini bir örtünün altında topladığı kabul edil­se bile, bu örtüye o zaman abâ denildi­ğini kabul etmek oldukça zordur.

Dervişlerin giydikleri kaba ve değer­siz elbiseye abâ denildiği gibi. Değerli üstlüğe de kaba (kaftan) denilir. Ebû Hafs el-Haddâd, üzerinde kaba bulunan Şah Şücâ’-ı Kirmânryi görünce kendisi­ne büyük saygı göstermiş ve “Abada aradığımı kabada buldum” demişti. Bu sözüyle o. iyi bir sûfî olmak için mutla­ka eski püskü abâ giymenin şart olma­dığını, Allah’ın velî kullarının kıymetli ve pahalı elbiseler de giyebileceklerini ifa­de etmek istemişti. Hz. Ali de değerli elbise giymekten vazgeçip abâ giymeye başlayan Âsim b. Ziyâd’a, “Allah sana dünya nimetlerini helâl kıldığı halde on­lardan faydalanmana rıza göstermeye­ceğini mi sanıyorsun? Verdiği nimetleri sayıp dökmektense onlardan faydalan­maya bak!” demiştir.

Son devirlere kadar abâ giymeye de­vam eden mutasavvıflar, bu suretle abayı bir zühd ve fakr sembolü olarak gören tasavvufî geleneğe sadakatlerini göstermek istemişlerdir. Başlangıçtan beri velîlerin ve ermişlerin (etkıyâ. ahfiyâ) böyle gösterişsiz elbiseler içinde kendilerini halktan gizlediklerine inanıl­mıştır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî abâ giyenleri “Çul içindeki sultanlar” olarak nitelemektedir. Fakat halkın itimat ve teveccühünü kazanmaktan âciz kalan bazı riyakârlar, abâ giyerek maksatları­na kolayca ulaşmaya çalıştıkları için, abâ giymek aynı zamanda kurnazlığın ve çıkarcılığın bir alâmeti sayılmıştır. Nitekim, “Abâ içinde nice zındık, kaba içinde nice sıddîk vardır” sözü buradan gelmektedir. Bu mesele üzerinde önem­le duran İbn Teymiyye’ye göre gerçekte velî olan. kılık kıyafetiyle kendisini halk­tan ayırmak istemez, zaten yapılması mubah olan bir konuda halktan farklı bir tavır takınmanın anlamı da yoktur. Çünkü abâ, hırka ve taç gibi şeyler ta­savvufun özüyle ilgisi olmayan şekilci­likten başka bir şey değildir.

Çeşitli İslâm ülkelerinde giyilen aba­lar birbirinden farklıdır. Suriye ve Ara­bistan’da giyilen abâ yelek şeklinde olup dizlere kadar. Mısır’da giyilen abâ ise topuklara kadar iner: fakat yelek şeklinde değil, cübbe biçimindedir. Ku­zey Afrika’da giyilen abâ kısa kollu, ka­lın bir üstlüktür ve cellâbeye benzer. Batı Cezayir’de genellikle pamuklu, nâ­dir olarak da yünlü veya ipekli beyaz gömleğe abâ denir. İç gömleğin üzerine ve cellâbenin altına giyilir. Osmanlılar döneminde alt tabakadaki ilim men­supları ve medrese talebesi de abâ gi­yerdi. Ancak bu abaların zühd ve fakr alâmeti olan abalardan farklı olduğu muhakkaktır. İlmiye sınıfının ve medre­se talebesinin giydiği palto şeklindeki abâ, devetüyü renginde, bazan da kur­şunî olurdu. Çeşitli İslâm ülkelerinde farklılıklar göstermekle birlikte abâ de­nilen kumaş, hemen her yerde kalın yünden dokunurdu. Eskiden cübbe, po­tur, çakşır, hırka, kalçın ve terlik gibi çeşitli giyim eşyaları yapılan abâ, bazı bölgelerimizde bugün de kullanılmak­tadır. Siyah renkli abaya kebe denir. İnce abadan heybe ve hurç yapılır. Kalı­nı eyer örtüsü olarak kullanılır. Türki­ye’de asıl abâ bütün vücudu örtecek kadar geniş, yakasız ve kolsuz, ayaklara kadar uzanan, önü açık. üste giyilen bir elbisedir. Örme yünden yapılan ve ince olanına abâ, dövme yünden olanlarına kepenek denir. Bunu çobanlar giyer. İstanbul Kapalıçarşı esnafı arasında önemli bir yeri bulunan abacılar. XIX. yüzyılın sonlarına doğru Zindankapısı ile Odunkapısı arasındaki bölgede top­lanmışlardı. Buradaki Abacılar caddesi de adını bu esnaftan almıştır.

Abâ kelimesi dilimize bazı deyimler kazandırmıştır. Meselâ abacı {hazıra ko­nan), abalı (yoksul), abası kırk yerinden yamalı (derviş, fakir kimse), alaca abalı (fakir kişi. derviş), abası yanık (âşık), abayı yakmak (âşık olmak), aba altın­dan değnek göstermek (derviş geçindiği halde dervişliğe yakışmayan işlerde bulun­mak). Abâ dolayısıyla tasavvuftan Türk­çe’ye girmiş bazı atasözleri de vardın Aba vakti yaba, yaba vakti aba olmaz (her şeyin bir vakti olduğunu anlatmak için söylenir); abanın kadri yağmurda bilinir (abanın insanı korumasından kina­yedir): bir abam var atarım, nerde olsa yatarım (genellikle gezici dervişler için kullanılır).

Bibliyografya
 
1- Müslim. “Zekât”, 69, “Cum’a”, 6. “Cihâd”, 99.
2- Taberî. Câmi’u’i-beyân, Bulak 1323-29-Beyrut 1398/1978.
3- Sülemi. Tabaka-tü’ş-şûfiyye, Kahire 1389/1969.
4- Kuşeyri. er-Risâle, Kahire 1966.
5- Hucvirî, Keşfü’l-mahcûb, Hakikat Bilgisi (trc. Süleyman Ulu­dağ), İstanbul 1982.
6- Gazzâlî. İhya. Ka­hire 1939.
7- Attâr. Tezkiretü’l-evliyâ’, Tahran 1345.
8- Mevlânâ. Mesnevi (trc. Veled İzbudak), İstanbul 1942.
9- İbn Teymiyye, el-Furkân, Kahire 1387.
10- İbnü’l-Cevzî, Telbisü İblis, Kahire 1368.
11- Kâmil Mustafa eş-Şeybî, es-Şıta beyne’ttaşavvuf ve’Ueşeyyu, Bağdad 1964.
12- Pakalın. I, 1.
13- W. Marçais. “Aba”, lA, I, 1-2.
14- Y. K. Stillman-i. Majda. “Libâs”, El2 (İng.). V, 740, 752.
15- H. Algar. “Abâ1”, Elr., 1.50-51.

TDV İslam Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski