XVIII. yy.ın sonlarına doğru Levnî ve Abdullah Buharî ile son yapıtlarını veren osmanlı minyatür sanatının ardından uzunca bir duraklama dönemi gelir. Bunun nedenlerini biraz da türk toplumunun o günkü sosyal yapısında aramak gerekir. Nitekim XIX. yy. başlarında Türkiye, köklü değişimlerin eşiğindeydi. Ne Batı’yı adamakıllı benimseyebiliyor, ne de doğu geleneklerinden büsbütün kopabiliyordu. Oysa osmanlı minyatür sanatı doğu-islâm kültürünün bir koluydu ve dinsel kurallara bağlı metafiziği, Batinın sanat anlayışından, eğilimlerinden apayrıydı. Bu yüzden doğu geleneklerinden batılı bir estetiğe geçiş kolay olmadı ve uzunca bir sürenin geçmesi gerekti. XVIII. yy. sonlarında Levnı ve Buhari çapında bir ressam yetişmediği gibi, resim birtakım halk sanatçılarının eline düşmüş, ya da İstanbuldaki rum ve ermeni azınlıkların giderek soysuzlaştırdıkları karikatürümsü bir niteliğe bürünmüştü.
Ancak, Mahmud II’nin Tasviri Hümayun nişanından, resim dersinin askeri okullarda okutulmasından, Ferik Tevfik Paşa, Hüsnü Yusuf, Servili Ahmed Emin gibi yarı amatör, yarı profesyonel ressamların yetişmesinden sonra Türkiye de, görüş ve tekniği Batidan alınmış bir resim sanatının tohumları atılabildi (1830′-lardan sonra). Daha sonraları bu yeni görüşle eserler vermeğe başlayan ressamların hepsi asker ocaklarından yetişmeydi. Şeker Ahmed Paşa, Hüseyin Zekâyi Paşa, Süleyman Seyyit Bey, Hoca Ali Rıza gibi asker ressamlar Harp Okulu’nu bitirdikten sonra ya bir süre askerlikle sanatı bağdaştırmış, ya da ordudan ayrılarak kendilerini büsbütün resme vermiş sanatçılardı. Türkiye’de bu asker ressamlar dönemini kapatan ilk adım, Osman Hamdi’nin kurup geliştirdiği Sanayii Nefise Mektebi oldu Mimar, ressam ve heykeltıraş yetiştirecek türk hocaları olmadığı için yabancılardan kurulu bir öğretim kadrosu düzenlendi ve bu hocaların elinde geleneksel formüllere uygun olarak yetiştirilen, sonra da öğrenim için Fransa’ya gönderilen genç ressamlar 1914’te yurda dönüşlerinde Batı anlamındaki bir resim sanatını Türkiye’de kökleştirdiler.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine yurda dönen Çallı İbrahim, Hikmet Onat, Ruhi Arel, Nazmi Ziya, Avni Lifij, Namık İsmail, Feyhaman Duran gibi modern türk resminin bu ilk temsilcileri ve öncüleri 1914 yılında İstanbul’da toplandıkları zaman, Osmanlı Ressamlar Cemiyetini kurulmuş buldular. Bu genç ressamlarla değer kazanan ve gerçek anlamına kavuşan cemiyete Sami Yetik, Ali Cemal, Ali Sami Boyar, Tahsin, Şevket Dağ gibi ressamlar da katılmışlardı. Böylece Osmanlı Ressamiar Cemiyeti’nin çevresinde toplanan sanatçılar Türkiye’de ilk sanat hareketlerinin ve sergilerin öncüsü oldular. Gerçi Şeker Ahmed Paşa 1874’te Türkiye’nin ilk resim sergisini Cağaloğlu’ndaki Maarif Nezareti’nde açmıştı ama, ne bu sergi, ne de XX. yy başlarında Tepebaşı’nda açılan öteki ser giler kesin bir toplaşmanın, sistemli bir eylemin gösterileri sayılamazdı. Belli bir estetik çevresinde toplanmanın ve bilinçli bir sanat eylemine başlayışın ilk habercisi, bu sanatçıların her yıl açtıkları sergiler oldu. İlkin, Galatasaraylılar Yurdu’nda, sonra Galatasaray Lisesi resim sınıflarında açılan bu sergilerde en belirgin eğilim, bütün dünya sanatçılarının uyguladıkları bir çeşit izlenimcilikti. ‘1914 döneminin türk resmine getirdikleri ne akademizm, ne de klasisizm olarak nitelendirilebilir.
Aslında, Nazmi Ziya Güran’ın dışındakiler, 1900’lerden sonra Fransa’da egemen olan ve izlenimcilikten çok açıkhava ressamlığına yaklaşan bir sistem uygulamışlardı. Figüratif sanat hem 1914 döneminde, hem de XIX. yy. ressamlarımızı!) tümünde görülür. Demek ki türk resmi, D Grubu’nun kuruluşuna kadar (1933) doğaya bağlanmış, onu yansıtmış, hiç bir soyut denemeye girişmemiştir.
Natüralizme gelince, Şeker Ahmed Paşa natürmortlarıyle, Süleyman Seyyit ya da Osman Hamdi, dış görünümlerin en önemsiz noktalarını tuvale aktarma kaygılarıyle natüralizme hayli yaklaşmış, ama sanat tarihinin büyük ustalarına kıyasla fotografik bir natüralizmin dışına pek çıkamamışlardır.
Birkaç kere ad değiştiren, sonunda Güzel Sanatlar Birliği firmasında karar kılan eski Osmanlı Ressamlar Cemiyetinden sonra sanatçılar, değişik adlar altında, ya resmi ya da özel topluluklar halinde kümeleştiler. 1928’de Müstakil Ressam ve Heykeltraşlar Birliği, 1933’te D Grubu, 1940’tan sonra Yeniler Grubu gibi toplulukların kendilerine özgü eğilimleri, sanat anlayışları vardı, Refik Epikman, Cevat Dereli, Hadi Bara, Zeki Koca-memi, Ali Avni Çelebi, Turgut Zaim, Mahmut Cüda, Hale Asaf gibi ressam ve heykeltıraşları biraraya getiren Müstakiller, 1914 dönemi hocalarına kıyasla desene, tablonun çizgi yapısına daha çok bağlanarak bir çeşit konstrüktivizm yoluyle izlenimcilikten öteye geçtiler. Münih konstrüktivizminin izleyicileri olan Zeki Kocamemı ve Ali Avni Çelebi, geometrik bir süzgeçten geçirdikleri deseni tablonun mimari yapısını kurmak için kullanıyorlardı.
1933’te Nurullah Berk, Cemal Tollu, Zeki Faik İzer, Abidin Dino, Elif Naci ve Zühtü Müritoğlu’nun kurdukları D Grubu daha da ileriye giderek çağdaş akımların Türkiye’ye yerleşmesine öncü oldu. Andre Lhote, Gromaire, Fernand Leger gibi yarı soyut, ama özellikle kübizm yolundaki konstrüktivizmin temsilcileriyle çalışmış olan yeni sanatçılar Türkiye’de modern sanatın değişik eğilimlerinin temelini attılar.
1941’de kurulan Yeniler Grubu’nun belli başlı temsilcileri Nuri İyem, Ferruh Başağa, Avni Arbaş, Selim Turan, Fethi Karakaş, Turgut Atalay, Nijad, Haşmet Akal, Mümtaz Yener ve Agop Arad olmuştu. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisinde Leopold Levy’nin atelyesinden yetişen bu genç ressamlar, ülkenin sorunlarına eğilmek, bunu yaparken de batı izlenimciliğinden kurtulmak gibi belirli bir çizgi çevresinde toplanmışlardı. Yerli konular seçiyor, Batinın tekniklerinden yararlanmakla birlikte «toplum sorunlarına eğilmek» olan parolalarına resim sanatının olanakları içinde bağlı kalmağa çalışıyorlardı. Daha sonraları kurulan Tavanarası Ressamları, Onlar Grubu, Yeni Dal Grubu gibi toplulukların ömrü kısa sürdü, toplandıkları gibi dağıldılar. Plastik sanatçıları biraraya getirerek sorunlarını çözümlemek amacı güden Yüksek Ressamlar, Yüksek Heykeltraşlar gibi federasyonlardan da ancak bu sonuncusu günümüze kadar çalışmalarını ve sergilerini süıdürebildi. Ankara Sanatseverler Derneği ile İstanbul’da aynı adla kurulan dernek ise, hem sanatçıları, hem de sanatın çeşitli dallarıyle yakından ilgili amatör ve aydınlan çevresinde topluyordu.
1928’e kadar ancak İstanbul’da, o da yılda bir kere Galatasaray Lisesi’nde açılan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin sergilerinden sonra Müstakil Ressam ve Heykeltıraşlar’ın, D Grubu’nun ve Yeniler’in sergileri sanat dünyasına büyük bir canlılık getirdi. Öte yandan yabancı devletlerin İstanbul ve Ankara’da açtıkları sergiler de, Avrupa ve Amerika sanatını az da olsa tanıtması bakımından yarar sağlıyordu. Türk resim sanatının iki önemli dönemi olan 1914 ve 1933-1940 yıllarında Türkiye’nin hiç bir şehrinde ne galeri, ne de sergi salonu vardı. Sonradan Opera binası olan Ankara’daki Sergi Sarayı daha çök sanayi ve ticaret sergilerine ayrılmıştı, ancak arada bir devlet sergilerine yer veriliyordu. Özel galeriler ise, resim amatörlerinin azlığı nedeniyle açıldıklanndan bir iki yıl sonra kapanıyordu. Nihayet İstanbul Belediyesi biri Beyoğlu’nda, öbürü Taksim’de iki galeri açtı. Almanya, Fransa, A.B.D. ve İtalya gibi yabancı ülkelerin kültür temsilcilikleri, İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerimizdeki merkezilerini türk kültür ve sanatının hizmetine verdikten sonra ressamlara daha geniş bir alan açılmış oldu. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi ile ona bağlı Resim ve Heykel Müzesi ’ndeki Halil Dikmen Galerisi bu alanı daha da genişletti. Ankara’da, Millî Eğitim Bakanlığı’nın Lozan Meydanı’ndaki Güzel Sanatlar Galerisi de resim atelyesi ve değişik çalışmalanyle başkentin belli başlı sanat merkezi haline geldi.