AHBÂR
Bir şey hakkında naklolunan rivayetler, bilgiler. Haber kelimesinin çoğulu olan ahbâr, bir kavim, kabile veya şahıs, bir ülke. bölge veya şehir, bir hâdise vs. hakkında naklolunan bilgiler, sözler ve rivayetlerdir. Ahbârü’l-Arab, ahbâru Temîm, ahbâru Ebî Temmâm, ahbâru Yemen, ahbâru Mekke, ahbârü’l-lüşûş vs. gibi. İstılah bu mânasını dâima muhafaza etmekle beraber, ifade ettiği bilgi veya rivayetin mahiyeti zamanla değişmiştir. İslâmiyet’ten önce destanî, menkabevî unsurları tarihî unsurlarına galip gelen bu rivayetlerin İslâmiyet’ten sonra tarihî vasfı ön plana geçmeye başlamıştır. Şu hâlde Câhiliye devrinden intikal etmiş bulunan ahbârü’1-Arab denildiği zaman, bundan Arapların eski tarihine dair destan ve menkabe mahiyetindeki rivayetler anlaşılır. Istılahın ilk hatırlattığı mâna da budur. Sonraları meselâ Ahbarü’l-hülefâ, Ahbarü’n-nahviyyin, Ahbârü’l-kudât vs. gibi kitap adlarında halifelerin, nahiv âlimlerinin veya kadıların hâl tercümeleri yahut hâl tercümelerine dair bilgiler mânasına gelmektedir. Böylece malzemeleri ahbâr olan hâl tercümesi ve tarih, esasta aynı şey sayıldığı içindir ki. bâzan hâl tercümesi eserlerine “Tarih”, müelliflerine “et-târihî” denmiş, bâzı tarihçiler de “Ahbâri” diye anılmıştır.
Istılah bu mânalarda hemen hemen dâima cemi olarak kullanılır. Kelimenin müfredi olan haber “Herhangi bir şey hakkında doğru veya yanlış bilgi ihtiva eden söz” demektir (haberin ıstılah olarak taşıdığı diğer mânalar için bk. haber).
Ahbârı, kadîm şiirden, emsal ve en-sâba dâir bilgilerden ayrı ele almak mümkün değildir. Eyyâmü’l-Arab’a dâir rivayetlerde sür ve ahbâr dâima iç içe bulunan, birbirini açıklayan unsurlardır. Şiirin belli başlı mevzuları olan medih. fahr, risâ ve hicvin ana unsurlarını, şahsın veya kabilenin mazisine dâir ahbâr teşkil ediyordu. Bu sebeple şiir, muhtevasında açıkça veya telmih ile anılan şahıs, kabile veya hâdiselerin ahbârı ile beraber rivayet edilmiştir. Emsal, kaynaklarını teşkil eden hâdiselerin özünü ifâde eden sözlerdir. Bunlar benzer hâl ve şartlarda irâd edildikleri zaman hatırlattıkları bu hâdiselerle birlikte rivayet edildi. Ensâba dâir bilgilerin esâsını da ahbâr teşkil etmektedir. Bunun neticesi olarak, şahsiyetlerinde ağır bastığı için, bu sahalardan birindeki vukufu ile meşhur bir râvi, bir âlim. diğer mevzularda da söz sahibi idi. Diğer taraftan tedvin faaliyetleri belirli bir safhaya girdiği zaman, bu sahaların hepsindeki telifler de. az veya çok ahbânn tesbit ve intikaline vesile olmuştur.
Araplar’da, ahbâr da dâhil, lisânî ve edebî malzemenin intikali, bunların derlenmesi, yazı ile tesbiti, kısaca tedvîni. ne zaman ve nasıl olmuştur? Bu hususta farklı görüşler vardır. [415] Sık tekrarlanan bir kanâate göre Araplar’da tedvîn hicretten bir buçuk asır sonra mümkün olabilmiş, o zamana kadar es’âra. ahbâra. ensâba vs.ye âit bilgiler hafızadan hafızaya intikal suretiyle koruna bil mistir. Çünkü Araplar’da yazı çok sınırlı bir sahada kullanılıyordu. Bu kanâati destekler gibi görünen eski müellifler de vardır. Meselâ Câhiz. Araplar’da her şeyin bedîhî olduğunu, içlerine doğan mânayı (duygu ve düşünceyi) dillerine gelen sözlerle ifâde ettiklerini, bunları ne kendileri için kaydettiklerini ne de çocuklarından birine öğrettiklerini, yazı yazmadıklarını, dolayısıyla bunların ümmî olduklannı söyler. [416]
Daha doğru olan diğer kanâate göre. Araplar unutulmamasını istedikleri şeyleri yazarlardı. Nitekim Câhiz’in bahsettiği Araplar, bedevilerdir. Kaydetmedikleri sözleri de, ifâdesinin tamamında açıkça belirtildiği gibi, recezdir. Ânî ilhamların irticâlî ifâdesi olan ve 1. asırdan önce sanat eseri sayılmayan recezler ancak nâdir vesilelerle ezberlenmiş. kayıt ve tesbit edilmiştir. Bedevî şâirler okuma yazma bilmezlerdi. Onlar için okuma yazma bilmek ve şiirlerini tedvin etmek ayıptı. Hatta İslâmiyet’ten sonra da -yazı yayıldığı, itibâr ve ehemmiyet kazandığı hâlde- bu telâkki yer yer devam etti. Meselâ Zü’r-Rumme (ö 117/735), okuma yazmayı gizlice öğrenmiş, etrafının bunu bilmesinden dâima çekinmişti. [417]
Bununla beraber yerleşik Araplar arasında, şehir muhitinde yazının kullanılması sanıldığından çok yaygındı. Meselâ Ferezdak’ta (ö. 114/732) Züheyr’in ve Lebîd’in şiirlerini ihtiva eden kitaplar vardı.[418]; A’şâ Hemdân, 65 (684) yılı hadiseleriyle alâkalı kasidesini yazıp saklamışta [419]; vefatından sonra bir hanende cariyenin elinde Ömer b. Ebî Rebfa’nın (ö. 101/719) şiirlerini ihtiva eden bir defter vardı. [420]
Oldukça eski bir devirde tedvîn edilmiş bulunan bu malzemenin, münferit hâdiseler şeklinde bile olsa. umumun istifadesine sunulduğu da anlaşılmaktadır: Ebü’l-Ferec el-İsfahânrnin (ö 356/967) derlediği hâl tercümesine dâir bilgiler arasında, 90 (709) yılı civarında cereyan eden bir hâdise münâsebetiyle anlattığı bir fıkrada, Mekke’de münevverlerin toplandıkları, sohbet etmek, okumak veya satranç, tavla, kırkat (damaya benzer bir oyun) gibi oyunlarla vakit geçirdikleri bir evden bahsedilmektedir. Abdülhakem b. Amr el-Cumahrnin dostlarına tahsis ettiği ve “Her ilimde defterlerin” bulunduğu kıraathane mahiyetindeki bu yere “Gelenler siyâbını. duvardaki kazıklara asar, sonra (raflardan) bir defter çeker okurlardı”; bazıları da oyun oynarlardı. [421] Bu defterlerin çoğunun kudemânın şiirlerini ve ahbârı ihtiva ettiği muhakkaktır. Çok eski bir tarihten beri her kabilenin ahbânnı, şâirlerinin adlarını, şiirlerini, neseplerine âit bilgileri, emsalini, eyyam ve mefahirini (övülmeye lâyık hasletlerini, başardığı mühim işler ve hâtıralarını) yazdıkları bir ana kitapları, dîvanlan vardı. Nitekim Câhiliye devri şairlerinden Tarafe b. Abd el-Bekrî (ö. 560 m. civarı) bir beytinde kabilesinin böyle bir kitabından bahsetmiş. [422], Tırimmâh b. Hakîm’e (ö. II./VII. asır başları-Dîvânü’l-Tırimmâh, nşr. F. Krenkow, London 1927, s. 148, nr. 28; el-Eğânî, XIX1, 31 -XXI3, 348; el-Muvaşşah, s. 282; ayrıca bk. A. Fischer ve E. Brâunlich, Schaıvahid indices, Leipzig 1939, s. 893; W veya bazan Câhiliye şairlerinden Bişr b. Ebî Hâzim’e [423] isnat edilen bir beyitte, bir meselin Benû Temîm’in kitabında bulunduğu zikredilmiştir Hammâd er-Râviye’den (ö. 156/773) gelen bir rivayete göre Hîre Meliki en-Nu’mân b. el-Münzir (580-602 m), büyük şâirlerin şiirlerini, kendisi ve mensup olduğu hanedan için söylenmiş methiyeleri toplatmış ve yazdırmış, sonra bunu kasnnın altına gömdürmüştü. Emevîler zamanında bir ara Kûfe’ye hâkim olan Muhtar b. Ebî Ubeyd es-Sekafî (ö 67/687), cüzlere (tunnûc) yazılmış olan bu mecmuayı Küfe yakınındaki kasrın yerini kazdırarak çıkartmıştı. [424]
Bir hanedan mensupları ile alâkalı şiirleri toplayan bu anonim mecmua, kabile dîvanlarının bilinen çok eski bir örneği sayılmalıdır. Bu tarz eserlerin tedvînine ne zaman başlanıldığı bilinmemekle beraber, Hz. Ömer’in hilâfetinden (13-23/634-644) itibaren daha sistemli bir safhaya girdiği anlaşılmaktadır. Hz. Ömer Küfe valisi Mugîre b. Şube’ye veya Sa’d b. Ebî Vakkâs’a, İslâmî devrede söylenmiş şiirleri toplatmak için, oradaki şâirlerle görüşmesini, İslâmiyet’ten sonra söyledikleri şiirlerin kaybolanlarını, kalanlarını öğrenmesini yazmıştı. [425]Hz. Ömer bu emri -Yusuf el-‘Uş’un haklı olarak işaret ettiği gibi [426] herhalde muhtelif yerlere yazmıştı. Nitekim onun zamanında en-sânn şiirleri de toplanmıştı. [427] Çoğu Emevîler devrinde tedvîn edilen bu anonim eserler IV. (X.) asra kadar mevcuttu. Nitekim Âmidî (ö. 370/981), bunlardan faydalanmış, hatta birçoğunun adını zikretmiştir. [428]
Bedevilerin iskânı, ganimet taksimi, yeni kurulan şehirlerde veya fethedilen yerlerde bedevi kabilelere tahsis edilecek semtlerin tâyini çalışmaları, menşelerin, akrabalıklar ve intisapların tesbi-tini gerektiriyor, netice itibariyle en-sâba dâir bilgilerin ehemmiyetini artırıyordu. Yine Hz. Ömer, bâzı ensâb ve ahbâr mütehassıslarına Arap kabilelerinin listesini, sicillerini tanzim ettirdi. Bu faaliyetler, taşıdıkları bilgiler bakımından şiirlerin derlenmesine de tesir etti.
Daha dört büyük halife devrinde, halifelerin de alâka ve teşviki ile çeşitli sahalarda başlayan bu tedvîn faaliyeti, Emevîler zamanında sınırlarını genişleterek devam etti. Ahbârın geniş ölçüde tedvini bu devreye rastlar. Nesebe dâir bilgilerin tesbitine ehemmiyet veren Muâviye b. Ebî Süfyân [429], Suhâr b. Abbâs ve Dagfel b. Hanzala es-Sedûsi’yi çağırtarak bilgilerinden istifâde edilmesini emretti. Bu nessâbelerden (büyük nesep mütehassısları) Suhâr, emsal sahasında bugün telif edildiği tesbit edilebilen ilk iki eserden birinin müellifidir. [430] Hatta Câhiz’e (ö. 255/869) göre, ensâba dâir de bir eseri vardı. [431] Halife Muâviye’nin emriyle San’â’dan gelmiş olan Abîd b. Şeriyye el-Çürhümî, kadîm Araplar’a onların, vesâir kavimlerin meliklerine, muhtelif dillerin teşekkülü ile insanların çeşitli beldelerde birbirlerinden ayrılmalarına dâir ahbârı rivayet, hatta imlâ etmişti. [432]; A’şâ’nın şiirlerini de rivayet eden Abîd’in emsale dâir bir telifi de vardı. Fakat en mühim çalışması Ahbârü’l-Yemen ve eş’âruhâ ve ensâbühâ adlı eseri idi. [433] Yukarda bahsedilen kabile dîvanları, âit olduğu kabilenin yalnız mefahirine dâir ahbân ve şiirleri ihtiva ediyordu. Dînî siyasî mücâdeleler, güney ve kuzey Arapları arasındaki çekişmeler muhtelif grupları, muhalifleri ile ilgili mesâlibi (kusurlar, ayıplanacak hâtıralar) aramağa ve derlemeğe şevketti. Muâviye b. Ebî Süfyân’ın üvey kardeşi, Irak valisi, zamanının en muktedir devlet ve siyâset adamlarından biri olan Ziyâd b. Ebîhi’nin (ö. 53/673) şahsını müdâfaa ve asaletini ispat etmek, itibârını korumak için telif edip çocuğuna verdiği Kitâbü’1-mesâlib [434] bu tarzın ilk numunesi sayılır. Aynı zamanda bu eser, Suhâr ve Abîd b. Şeriyye’nin telifleri ile birlikte bugün adlan tesbit edilebilen en eski eserlerden biridir.
Halife Velîd b. Abdülmelik’in [435] kütüphanesi için ismini tesbit edebildiğimiz en eski hattat Hâlid b. Ebi’l-Heyyâc’ın mesâhif. eşâr ve ahbâr istinsahı ile vazifelendirilmesi, hakkında bilgi sahibi olduğumuz bu ilk teşkilâtlı kütüphanede, ahbâr ve eş’ârın hususî bir yeri bulunduğunu gösterir. [436]
Daha sonra Velîd b. Yezîd [437] Araplar’ın eş’âr, ahbâr ve ensâbını, lehçelerinin hususiyetlerini teşkil eden dil malzemesini bir araya getirtti. [438] Yukarıda geçen kabile divanlarının birleştirilmesi demek olan bu esere hicrî 11. ve III. asır ahbâr âlimleri ve şiir râvîleri çok şeyler borçludur. Bu büyük eserin meselâ Hammâd ve Cennâd’a intikal ettiğinden bahsedilmektedir.
Birtakım hayalî unsurlarla karışarak hakîkatten uzaklaşmış bile olsa, ahbâr, tarihin malzemesini teşkil eder. Belirtilmeye çalışıldığı gibi. önceleri tarihin yerini ahbâr alıyordu. İslâmiyet’ten sonra hem ahbârın gerçeğe uygunluk derecesi değişti, hem de ahbâr, birbirine yakın bâzı telif tarzlarının doğmasına âmil olacak şekilde gelişti. Sonraları “Tarih” adını taşıyacak telifler silsilesinin tesbit edilen en eski halkası Abîd b. Şeriyye’nin imlâ ettiği, Himyerîler’in tarihine dâir Ahbârü’l’Yemen ve eş’â-ruhâ ve ensâbühâ diye anılan eserdir. Hicri I. asrın ilk yarısından itibaren, sahabenin sonradan gelenleri ve tabiînin önceden gelenleri tarafından başlatılan ve daha sonraları “Sîre”adını alan “Megâzî” kitapları, şehir ve bölge tarihlerinin ilk şekilleri olan ve gene aynı tarihlerden itibaren te’lifine başlanılan, fethedilen yerlerin vasfına dâir eserler (kütübü’l-fütûh) ahbârdan ilk gelişen telif şekilleridir.
Bunlar, müteakip eserlere kaynak olmuşlardır. Meselâ Vehb b. Münebbih (ö. 110-114/728-732[?l) Ahbâru Kacbe adlı eski bir eserden faydalanmışta [439] Eski rivayetlerin tedvîn edildiği bu devrede ashâb arasında nessâbeler, şiir, ahbâr ve eyyâmü’l-Arab râvileri veya âlimleri vardı. Bunların bıraktıkları malzeme sonraki çalışmalarla intikal etmiştir. Meselâ Câhiz eserlerinde bunlardan birçok iktibaslarda bulunmuş, hatta Kureyş’ten dört kişiyi hususiyetle zikretmiştir. [440] Ahbârın bir nevi için kıssa tâbiri kullanılmıştır. Kıssa, ya çok uzak maziye âit hâtıralar, ya hayalî unsurlarla örülü remzî hikâyelerdir.
Eski Araplar’da daha Câhiliye devrinde iyi ahlâk ve iyi davranışlar telkin eden, kötülüklerden korunmayı öğreten veya hoş vakit geçirmeyi sağlayan ahbâr ve kıssalar anlatmak hususî bir meslek olmuştu. Bu mesleği icra edenlere kâss (cemi kussâs) veya kassâs denirdi. Câhiliye devrinde anlatılan kıssaların içerisinde herhalde Ehl-i kitap’tan gelen unsurlar vardı. Gerek bu dinî kıssalar, gerek Araplar’a komşu kavim ve ülkelere dâir ahbâr, hem sözlü yoldan, hem yazılı kaynaklardan geliyordu. İslâm’ın zuhuru sırasında bu sahada isim yapan şahsiyetler sahâbîlerdi. Bunların bâzıları hayatlarının büyük bir kısmını Câhiiiye’de geçirmişlerdi. Hatta aralarında müslüman olmadan önce Musevî veya hıristiyan olup Tevrat ve İncil’i, hatta başka semavî kitapları iyi bilenler vardı. Bunlar eski muhitlerinde ve kitaplarında mevcut, hususiyetle Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen peygamberler ve-sâir şahsiyetlere, kavimlere dâir ahbâr ve kıssaları, hatta bâzan bu kıssaların benzerlerini Arapça’ya naklettiler. İslâmiyet’in zuhuru sırasında Mekke’de Kureyş’e mensup Ebû Kaid Nadr b. Haris adlı bir kâss, eski İran hükümdarlarının ahbâr ve kıssalarını anlatıyordu. Ticâret maksadıyla Hîre’ye gidip gelen Nadr. Fars kültürü ile yakın alâkası bulunan Hîre’den bâzı “Fârisî kitaplar” (el-kütübü’l-fârisîye) satın alıyordu. [441] Bu eserlerin dili neydi? Acaba Nadr Pehlevî lisanını biliyor muydu, yoksa Hîre’de bu dilden Arapça’ya tercüme edilmiş kitaplar mı vardı? Bu hususu aydınlatacak bir bilgiye sahip değiliz. [442]
Hîre’den başka, Arap ve İslâm kaynaklı olmayan ahbâr ve kıssaların intikaline açık bulunan iki mühim yer, Yesrib ve Necran yahudilerinin muhitleri idi. Yemenli yahudiler birçok semavî kitapları tanıdıklarını ileri sürüyorlardı. Yemen, Arap yarımadasının eski tarihine dâir ahbâr ve rivayetler bakımından da çok zengindi.
İslâmî devrenin bilinen ilk kassâsı olup Hz. Peygamber ile görüşmüş ve 40 (660)’ta vefat etmiş olan Temîm b. [443] daha önce hıristiyan idi. Gene sahabeden Abdullah b. Sellâm b. Haris (ö. 42/ 663) [444], Hz. Peygamber’in Medîne’ye gelişinde müslüman olan yahudilerden olup yaratılış ve enbiyâ tarihine dâir çok ahbâr ve kısas biliyordu. Hatta Kitab-ı Mukaddes’in peygamber olduğunu bildirdiği Dânyâl’a nisbet edilen bir kitap da eline geçmişti. Kavmi arasında Câhiliye devrinin önde gelen bilginlerinden olup Hz. Ebû Bekir veya Ömer zamanında müslüman olan, Hz. Ömer’in hilâfetinde Medine’ye gelen Ka’b el-Ahbâr [445] ile Kab gibi isrâilî rivayetlerin râvîlerinden bulunan yetmiş iki (veya doksan iki) münzel kitap okuduğunu söyleyen, eski Yemen tarihine dâir rivâyetleriyle meşhur olan, enbiyâ kıssaları ve megâzî sahalarında eserleri bulunduğu bilinen Yâküt [446] Yemen yahudilerindendiler. Hz. Peygamber’in zamanında faaliyetlerine -bâzıları İslâm’ın lehinde, bâzıları aleyhinde devam eden kassâslar, dört büyük halîfenin son zamanlarında bilhassa Muâviye b. Ebî Süfyân’ın hilâfetinde, dinî telkin ve halka Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri yanında mesleklerini, siyasi maksatların, muhtelif cereyanların neşir ve telkin vasıtası yaptılar. Bununla beraber meselâ Mısır gibi bâzı mühim ve büyük yerlerin kadılıklarına tâyin edilenlerin şahsında kaza ile kassâs-lığın birleştirilmesi, bu mesleğe verilen ehemmiyetin bir delili sayılabilir.
Câhiliye devri kıssaları arasında men-şelerinin Bâbil olduğu kabul edilen cin ve gül kıssaları ile Hint kaynaklı fabller de vardır. Bu sonuncuların bir kısmının Arap kültürüne ne zaman ve nasıl geçtiği tesbit edilememektedir [447] Bu devrede yaygın olan yabancı kaynaklı ahbâr ve kıssaların şiire intikal edenleri de vardır. Kassâsların anlattıkları dinî, lâdinî ahbâr ve kıssalar da Emevîler devrinden itibaren muhtelif tarzlardaki teliflere intikal etmişti.
Böylece, Hammâd gibi. Halef el-Ahmed gibi râvilikleri efsaneleşen şahsiyetlerin hafızalarının hangi kaynaklardan beslendiğini, ezberlerindeki bilgilerin nasıl canlı tutulduğunu anlamak mümkün olacaktır. Ensarın şiirlerini ihtiva eden bir cüzün eline geçmesiyle hayatının seyri değişen Hammâd’ın elinde bâzı kabile divanları, hatta halife Velîd b. Yezîd’in (ö. 126/744) tertip ettirdiği mecmua gibi büyük ve mühim yazılı kaynaklar vardı. Hafızasındaki ahbâr ve eş’ârı zaman zaman bunlara başvurarak canlı tutuyordu. Nitekim Velîd b. Yezîd’in bir daveti üzerine, halifenin sorması muhtemel hususları düşünerek Kureyş’in ve Sakif in kitaplarını gözden geçirmişti. [448] Büyük nesep âlimi şiir ve ahbâr râvisi, hafızasındaki dile ve edebiyata ait malzemenin genişliği ile meşhur İbnü’l-Arabî (ö. 231/8451 kendisini bir kölesiyle çağırtan mühim bir zâta, yanında bir bedevî topluluğu bulunduğunu, ancak onlarla görüşmesi bittikten sonra gidebileceğini söylemişti. Köle döndüğü zaman efendisine “Yanında kimseyi görmedim, sadece önünde birini bırakıp ötekine baktığı kitaplar vardı” demişti. [449]
İbnü’1-Arabi’nin ezberindekilerini tazelemek için tekrar tekrar baş vurduğu, daha sonra bu münâsebetle söylediği şiirinde “Sohbetlerinden bıkmadığım ve ilimlerinden istifâde ettiğim dostlarım” diye vasıflandırdığı bu eserlerin, kendisinden önceki nesillerin ve kendisinin tesbit ettiği ahbâr ve eş’an ihtiva eden müdevven defterler olduğu muhakkaktır. Hammad ve muasırlarının rivayet ettikleri edebî ve tarihî malzemenin bir kısmı daha birkaç nesil önceden beri tesbit ve tedvîn edilmiş bulunuyordu.
Burada mühim bir hususa işaret edilmelidir. Bütün bu yazılı malzeme ancak hafıza ile birleştiği zaman bir mânâ ifade edebiliyordu. Kısaca anlatılmağa çalışılan tedvîn hareketlerinin başladığı, cereyan ettiği sırada Arap yazısında sesli harfler ve imlâ işaretleri demek olan harekeler, hatta benzer harfleri birbirinden ayıran noktalar yoktu. Önce Kur’ân-ı Kerim’in doğru tesbiti ve her türlü bozulmayı önleyecek şekilde muhafazası gayretleriyle başlayan yazının ıslâhı çalışmaları muhtelif merhalelerden geçerek bir buçuk asra yakın müddet devam etti. Şu halde bu devrede yazılmış bir metni doğru okuyabilmek, bir kelimenin yazılışça ve mânâca mümkün okunuş şekillerinden asıl olanı tefrik edebilmek, metni ancak onu kaynağına isnad ve rivayet yoluyla bağlayan birinden okumuş veya dinlemiş olmayı gerektiriyordu. Başlangıçta yazının çok kifayetsiz oluşu ve her türlü hatalı okuyuşa açık bulunuşu bu rivayet usulünü zarurî kılan âmillerin başında geliyordu. Arap yazısı II. (VIII.) asrın sonlarında Arapça’yı bütün husûsiyetleriyle tesbit ve ifâde edebilen bir yazı sistemi olduktan sonra da bu rivayet usûlünün devam etmesi, İslâm müelliflerinin bilginin kaynağına verdikleri ehemmiyetle, intikal yolu ve şekliyle doğruluğu arasında alâka görmelerinden ileri geliyordu.
Bibliyografya
1- (Adları bir veya birkaç defa geçen, sık tekrarlanmayan eserlerin tam künyeleri madde içerisinde gösterilmiştir), Ebü’l-Ferec el-lsfahânî. el-Eğânî, I-XX, Bulak 1285 (birinci baskı).
2- a.e., Kahire 1927 -vd- (Dârü’l-Kütübi’l-Mısriyye, üçüncü baskı).
3- İbnü’n-Nedîm. el-Fihrist (nşr. G. Flügel), Leipzig 1872.
4- Yâküt, Mu’cemü’i-Üdebâ’ (nşr Ahmed Ferîd Rifâî), Kahire 1936-38.
5- Tehânevî. Keşşaf, I, 410-413.
6- Brockelmann. GAL, I, 65.;
7- Suppl, I, 101.
8- GAL (Ar.), I, 251.
9- R. Blachöre, Histoire de la littsara-türe arabes, Paris 1952.
10- Ar.trc., Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî Itrc. İbrahim el-Kîylânî), Dımaşk 1357/1956.
11- Yûsuf el-Liş. Neş’etü’t-tedvîni’l-edebi’l-‘Arabt, Dımaşk 1372/1953.
12- Nâsıruddin el-Esed, Meşadirü’ş-şi’ri’l-câhitî ve kıymetühü’t-târihiye (metin içinde el-Meşâdir şeklinde kısaltılmıştır). Kahire 1962 (ikinci baskı), Sezgin. GAS, 1, 144, 257, 260-262, 304-307, 339. 366-368.
13- Nâsıruddin el-Esed, (Ar ), III, 3, 32-36, 121-125, 193, 257-259.
14- İzzet Hasan, el-Mektebetü’l-‘Arabiyye, Dımaşk 1390/ 1970.
15- Vedîa Tâhâ en-Necm, et-Ktşaş ve’l-kuşşâş II’l-edebi’l-İslâmî, Kuveyt 1972.
TDV İslâm Ansiklopedisi