Hz. Adem Kimdir, Kuran'da, Tevrat'ta Hayatı, Hakkında Bilgi

ÂDEM

Semavî kitaplara göre ilk insan ve ilk peygamber.

İslâmî kaynaklarda insanlığın atası olması sebebiyle ebü’l-beşer, Kur’ân-ı Kerim’de [bk. Âl-i İmrân: 3/33] Allah’ın seçkin kıldığı kişiler arasında sayılmış olduğundan safiyyullah unvanlarıyla da anılmaktadır. Âdem kelimesinin menşe ve iştikakı tartışmalıdır. Kelimenin Sümer dilindeki adamu (babam). Âsur-Bâbil dilindeki adamu (yapılmış, meydana getirilmiş, or­taya konmuş; çocuk, genç) veya Sâbiî di­lindeki adam (kul) kelimesinden geldiği ileri sürülmüştür. Bazıları. Âdem kırmızı topraktan (adamah) yaratıldığı için ona, “Kırmızı” mânasına gelen Adam adının verildiğini ileri sürmüşlerse de bu görüş ilgi gör­memiştir.

Diğer taraftan, Tekvîn’deki (2/7) “Yerin top­rağından (adamah) insanı (adam) yarat­tı” ifadesinden dolayı, âdem kelimesi­nin toprakla bağlantısı olduğu da söy­lenmiştir. Adam, İbrânîce’de insan türü için kulla­nılan müşterek bir isimdir. Ahd-i Atîk’te bu kelime, insan ve insan türü anlamın­da 500’den çok yerde, nadiren de özel isim olarak ilk insan için kullanılmıştır.Tekvîn’in ilk beş babında kelime hem özel isim ola­rak (5/1-5), hem de “İnsan türü” (1, 26-28) ve “İlk insan” (2/4; 4/26) mânala­rında kullanılmıştır. Çağdaş yorumcular, kelimenin Tekvîn’e 14-’25 kadar “İnsan türü” anlamında kullanıldığı kanaatindedirler.

Âdem kelimesinin hangi dilden gel­diği ve hangi kökten türemiş olduğu konusu müslüman dilciler arasında da tartışılmıştır. Dilcilerin çoğu bu kelime­nin Arapça asıllı olduğunu, “Esmerlik” anlamına gelen ellidme veya “Tip. Örnek” anlamındaki el-edeme kö­künden türetildiğini savunurlar. Baş­ka bir görüşe göre, “Bir şeyin dış yüzü” (daha çok edîmetü’l-arz şeklinde “Yer­yüzü”) anlamına gelen el-edîme keli­mesinden türetilmiştir. Nitekim genellikle sahih kabul edilen bir rivayete gö­re Allah. Âdem’i yeryüzünün her tara­fından alınan toprak örneklerinin birle­şiminden yaratmıştır. Bu toprağın çe­şitliliğinden dolayı da Âdem’in nesli de­ğişik karakterler taşır. Âdem kelimesinin “İnsicam, ülfet” anlamına gelen el-üdm ve­ya el-üdmeden türetilmiş olabileceği de söylenmiştir. Kökünün Arapça olduğu­nu iddia edenlere göre kelimenin aslı e’dem şeklinde iki hemzeli olmakla bir­likte, morfolojik kural ve fonetik zaru­retler uyarınca, ikinci hemze elife çevri­lerek âdem şeklini almıştır. Âdem ke­limesinin Arapça’ya Süryânîce veya Ârâ-mîce’den geçtiğini savunanlar da olmuş­tur. Nitekim Zemahşerî, Arap dilcileri­nin Ya’küb, İdrîs. İblis vb. isimlerde yaptıkları gibi âdem ismini de el-üdme veya edîmü’l-arzdan türetmek istedik­lerini, ancak bu kelimenin kesinlikle ya­bancı bir isim olduğunu belirtmektedir

Âdem’in Yaratılışı ve Meziyetleri.

Âdem’­in yaratılışı Tevrat ve Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılmaktadır. Tevrat’ta ilk insanın yaratılış şekli ve zamanı iki ayrı hikâye­de farklı biçimlerde nakledilmektedir. “Ruhban metni” adı verilen birinci hikâ­yeye göre insan, yaratılışın altıncı gününde, diğer bütün varlıklardan sonra Tanrı’ya benzer bir surette, ilk defa erkek ve dişi olarak yaratılmıştır. “Yahvist metin” adı veri­len ikinci hikâyede ise önce erkeğin, daha sonra da onun kaburga kemiğinden kadının yaratıldığı anlatılır. İlk insan (adam), bizzat Tanrı tarafından yerin toprağından (adamah) yapılmış, daha sonra burnuna hayat ne­fesi üflenerek canlı bir varlık olmuştur. Tevrat tefsirlerinde ve apokrif kabul edilen kitaplarda Âdem’­in yaratıldığı toprağın kutsal yer (Ku­düs’teki Süleyman Mâbedi’nin bulunduğu mahal) ile dünyanın dört bir yanındaki kırmızı, siyah ve beyaz topraktan alındı­ğı belirtilir.

Kur’ân-ı Kerîm’e göre Âdem’in yaratı­lışının diğer insanlarınki gibi olmadığı kesindir. Özellikle Âl-i İmrân sûresinin elli dokuzuncu âyetinde. “Allah nezdin-de -yaratılış bakımından- İsa’nın duru­mu Âdem’e benzer; Allah onu toprak­tan yarattı; sonra ona ‘ol!’ dedi ve olu­verdi” denilerek bu iki peygamberin yaratılışlarındaki olağan üstü duruma işa­ret edilmiştir.

Hz. Âdem’in yaratıldığı madde, çeşitli âyetlerde değişik terimlerle ifade edil­mektedir. Fahreddin er-Râzî bu âyetler­de onun yaratılış keyfiyetinin muhtelif şekillerde tasvir edildiğini belirterek bunları şöyle sıralamaktadır: Toprak (türâb), su (mâ”), çamur (tîn). akışkan veya süzme çamur (sülâle min tîn), yapışkan çamur (tîn lâzib), kurumuş ça­mur (satsâl). Salsâl Kur’an’da farklı ifa­delerle tekrarlanmıştır. [ bk. el-Hicr: 15/26-28-33; er-Rahmân: 55/14]

Râzî’ye göre bunların ilkinde “Porselen (hazef) gibi ses çıkaran (fehhar) kurumuş ça­mur”, ikincisinde “Bir müddet suda kal­dığından rengi siyahlaşmaya yüz tutmuş madde (hame’)”, üçüncüsünde de “Ko­kusu değişmiş madde (mesnûn)” kaste­dilir. Bu âyetleri ve burada belirtilen tâbirleri bir nevi tekâmül anlayışı içinde yorumla­mak isteyen teşebbüsler görülmekte­dir. Özellikle.

“İnsanın üzerinden öyle uzun bir zaman geçti ki -o vakit- o, anıl­maya değer bir şey bile değildi” mealin­deki âyetten [el-İnsân: 76/1] Hz. Âdem’­in yaratılışından bedenî ve ruhî yönle­riyle tam bir insan haline gelmesine ka­dar uzun bir zaman geçtiği mânası çı­karılabilir. Nitekim Abdullah b. Abbas’tan nakledilen bir rivayette, Âdem’in çamur halinden başlayarak her yaratılış safhasında kırk yıl kaldığı belirtilmek­tedir. Fakat bu rakamı kesin kabul etmeyip çokluktan kinaye saymak gere­kir. Ayrıca göklerin, yerin ve bunlardaki şeylerin altı günde yaratıldığını bildiren âyetlerdeki “Gün” tâbirini “Devir” şek­linde yorumlayan görüşün tercih edil­mesi ve Râzî’nin de işaret ettiği gibi, gerçek insanın “Dü­şünen nefs” olduğunun kabul edilmesi halinde, bedenin bu nefsi yahut ruhu kabullenecek duruma gelinceye kadar uzun bir gelişme devresi geçirdiğini dü­şünmek mümkündür.

Kur’an, sahih hadisler ve bunlara da­yanan diğer güvenilir İslâmî kaynakla­rın Hz. Âdem hakkında verdiği bilgiler­den çıkan sonuca göre Âdem topraktan yaratılmıştır. Konuyla İlgili âyetlerden, bu yaratılışın belli bir gelişme seyri ta­kip ettiği ve süresi bilinmemekle birlik­te belli bir zaman içinde tamamlandığı sonucu’ da çıkarılabilir. Ancak bu geliş­me hiçbir zaman, ilâhî irade ve kudre­tin tesiri olmaksızın tabii bir tekâmül şeklinde anlaşılmamalıdır. Bütün ilgili âyetlerde Âdem’in yaratılması olayın­da Allah’ın irade ve kudretinin etkisi­ne özellikle dikkat çekilmiştir. Ayrıca Âdem’in herhangi bir başka canlıdan tekâmül suretiyle değil, topraktan ve tamamıyla bağımsız bir canlı türün ilk atası, yeryüzünde, öteki bütün canlı ve cansız varlıkların aksine, yükümlü ve sorumlu tutulan ve bunun için gerekli manevî, ahlâkî, zihnî ve psikolojik kabi­liyetlerle donatılmış bir varlık olarak yaratıldığı, tartışmaya yer vermeyecek şe­kilde açıklanmıştır. Bu sebepledir ki in­sanın yaratılışının bu özel yanını bütü­nüyle reddederek onu bayağı canlılar seviyesine indiren teorileri İslâm inanç­ları ile bağdaştırmak mümkün değildir.

İslâmî kaynaklarda da Âdem’in yara­tıldığı toprağın nereden alındığına ve mahiyetine dair rivayetler vardır. Bir ri­vayete göre Allah, Âdem’in yaratılaca­ğı toprağı getirmesi için yeryüzüne ön­ce Cebrail’i göndermiş, fakat yeryüzü kendisinden toprak alınmasına müsa­ade etmemiştir. Bunun üzerine Mîkâil görevlendirilmiş, o da başaramayınca bu defa “Ölüm meleği” bu işe memur edilmiştir. Ölüm meleği, yeryüzünün iti­razına rağmen toprağı almayı başarmış­tır. Bu melek yeryüzünün çeşitli yörele­rinden aldığı kırmızı, beyaz ve siyah top­rak örneklerini birbirine karıştırmış, da­ha sonra göğe çıkarak toprağa su kat­mış ve onu yapışkan çamur haline getir­miştir. Çamur siyahlaşıp kokmaya baş­layınca Allah bu çamurdan Âdem’i ya­ratmıştır.

Âdem’in ya­ratılışı ile İlgili başka bazı rivayetlerde onun baş ve yüzünün Kabe toprağın­dan, göğsünün ve sırtının Beytülmak’dis, baldırlarının Yemen, bacaklarının Mısır, ayaklarının Hicaz, sağ elinin do­ğu, sol elinin de batı topraklarından ya­ratıldığı nakledilmektedir. Ancak, menkıbeyi andıran bu riva­yetler İslâm âlimlerince itimada şayan görülmemiştir.

Tevrat’ta Âdem’in yeryüzünde, altıncı günde yerin toprağından yaratıldığı bil­dirilmekte, başka bilgi verilmemekte­dir. Apokrif kabul edilen kitaplarda ise Âdem’in, yaratılışın altıncı günü olan cu­ma gününün ilk saatinde Kudüs’te ya­ratıldığı nakledilmektedir. Yine yahudiler Âdem’in mi­lâttan önce 3761-3760’da yaratıldığını kabul ederler. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Âdem’in hangi günde yara­tıldığı belirtilmemekte, ancak hadisler­de onun cuma günü yaratıldığı, o gün­de cennete konulduğu, yine cuma günü cennetten çıkarıldığı, aynı günde tövbe­sinin kabul edildiği ve yine bir cuma gü­nü vefat ettiği haber verilmektedir.

İslâmî kaynaklarda, Hz. Âdem’in ya­ratılmasından  önce yeryüzünde  insan veya ona benzer akıllı ve şuurlu bir var­lık bulunup bulunmadığı konusu tartı­şılmıştır. Bu tartışmanın sebebi, Âdem’­in yaratılışıyla ilgili âyetlerde geçen ha­lîfe kelimesiyle, Bakara sûresinde me­leklere atfedilen, “Yeryüzünde orayı fe­sada verecek ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” anlamındaki ifadedir. Bir görüşe göre, Kur’ân-ı Kerîm’de Âdem’e ve onun soyuna halife denildiğine bakı­lırsa yeryüzünde Âdem’den önce başka bir insan türü yaşamış olmalıdır. Bunlar orayı fesada verdikleri ve kan döktükle­ri için helak edilmişlerdir. Bu sebeple Âdem ve soyu halife yani bu eski insan­ların halefi olmuş, onların yerine geç­miştir. Melekler Âdem’in neslinin fesat çıkaran ve kan döken varlıklar olacağını bu eski insanlarla kıyaslayarak ileri sü­rüyorlardı. Bundan başka, Hz. Âdem’­den önce yeryüzünde Hin ve Bin veya Tim ve Rim diye adlandırılan varlıklar bulunduğu, bunların cinlerden önce var olduğu, dünyada fesat çıkardıkları, kan döktükleri ve bu yüzden Allah’ın bunları helak ettiği şeklinde rivayetler varsa da bunlar İsrailiyat’tan veya eski İran folk­lorundan geçmiş hikâyeler olup İslâmî bir temele dayanmamaktadır.

İbn Haldun bu tür rivayet­leri asılsız bulmakta, Âdem ve soyu hak­kında Kur’an’da bildirilenlerden başka güvenilir bilgiye sahip olmadığımızı be­lirtmektedir.

Bütün güvenilir tefsirlere göre, me­leklerin Hz. Âdem ve soyu hakkındaki bilgileri ya Allah’ın daha önce bu konu­da onlara malumat vermesinden veya levh-i mahfuzda yazılı olanları öğrenmiş olmalarından kaynaklanmış, yahut me­lekler günahsız oldukları için kendileri gibi olmayan varlıkların günah işleyecek bir tabiatta yaratılmış olmaları gerekti­ğini düşünmüşlerdir. Aynı şekilde Hz. Âdem ve soyu­nun halife diye tanıtılması da Âdem’­den önce bir insan türünün yaşamış ol­duğu sonucuna götürmez. Zira daha tu­tarlı ve genel kabul gören bir görüşe göre bu kelime, “Daha önceki bir insan topluluğunun halefi, onların yerini alan” mânasında değil, “Allah’ın vekili, yeryü­zünde O’nun hükümlerini yaşatan, uy­gulayan, dünyayı imar, insanları İdare ve terbiye eden, dünyadaki diğer bütün canlılardan üstün olan, onları emri al­tına alan” anlamında kullanılmıştır. Bu kelimeden. Âdem ve soyunun daha ön­ce yeryüzünde yaşamış olan cinlerin ve­ya meleklerin halefleri olduğu mânası­nı çıkaranlar da vardır. İbn Abbas’tan nakledilen bir rivayete göre de yeryüzünde daha önce cinler yaşamak­taydı; Allah bunları oradan uzaklaştırdı ve yerlerine Âdem ile soyunu yarattı. Hasan-ı Basrî ise En’âm sûresinin 165. âyetini delil göstererek insanların, tari­hin akışı içinde birbirlerinin yerine geç­tikleri için halife diye nitelendirildikle­rini söyler.

Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Âdem’le ilgili âyetlerde bu konu genellikle üç ayrı nok­tadan ele alınmıştır. Öncelikle Âdem’in son derece önemsiz bir madde olan top­raktan başlamak üzere bedenî ve ruhî yönleriyle tam ve kâmil bir insan haline gelinceye kadar geçirdiği safhalardan söz edilir ve bu suretle Allah’ın kudreti­nin üstünlüğü vurgulanmış olur. İkin­ci olarak Âdem’in varlık türleri arasın­daki mevkiinin yüksekliğine işaret edi­lir. Bu âyetlerde hem Âdem’in hem de onun soyunun yeryüzünün halifeleri ol­duğu, Allah’ın kendilerine verdiği aklî, zihnî, ahlâkî vb. meziyetlerden, dolayı­sıyla hem Allah’a ibadet eden hem de yeryüzünde Allah’ın hükümlerinin yeri­ne getirilmesini sağlayan, ayrıca diğer birçok varlık türlerini kendi hizmetinde kullanabilen varlık olduğuna dikkat çe­kilir. Çeşitli âyetlerde Allah’ın emri uya­rınca meleklerin Âdem’e secde ettikleri bildirilmektedir (aş. bk). Buna göre Al­lah Âdem’i meleklerden daha üstün ve onların saygısına lâyık bir mertebede yaratmıştır. Bu meziyet yalnız Âdem’e münhasır olmayıp aynı zamanda bütün insanlığa şâmil bir şereftir. Kur’an’da başka vesilelerle de insanoğlunun bu meziyetine işaret edilmiştir. [bk el-İsrâ: 17/70; et-Tîn: 95/4] Kur’ân-ı Kerîm’in Âdem’le ilgili olarak ele aldığı üçüncü konu onun peygamberliğidir. Hz. Âdem’­in nebî veya resul olduğunu açık ve ke­sin olarak ifade eden âyet yoksa da yi­ne Kur’an’ın açıkladığına göre.

“Âdem rabbinden vahiy (kelimât) almıştır” [el-Bakara: 2/37] Allah ona hitap etmiş, yü­kümlülük ve sorumluluğunu bildirmiştir [bk. el-Bakara: 2/33-35; el-A’râf: 7/19; Tâhâ: 20/117] Başka bir âyette de Allah’­ın Nûh, İbrahim hanedanı ve İmrân ha­nedanı ile birlikte Âdem’i de âlemlere üstün kıldığı belirtilmekte [bk. Âl-i imrân: 3/33], böylece dolaylı olarak onun pey­gamber olduğuna işaret edilmektedir. Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde yer alan bir hadiste, ilk peygamberin kim olduğu yolundaki bir soruya Hz. Peygamberin “Âdem’dir” karşılığını verdiği belirtilmektedir.

Tevrat’taki yaratılışa dair ikinci hi­kâyede, Hz. Âdem yaratıldıktan sonra Allah onun yalnızlığını gidermek, kendisine uygun bir yardımcı yapmak üze­re her kır hayvanını, göklerin her ku­şunu topraktan yapar ve onlara ne ad koyacağını görmek için Âdem’e getirir. Âdem de bütün sığırlara, göklerin kuş­larına ve her kır hayvanına ad koyar. Âdem’in hayvanların isimlerini belirlemesi, hem onların gö­revlerini tesbit etmesi hem de onlar üzerinde hükümran olması şeklinde yo­rumlanmıştır. Zira yahudi telakkisine göre, isim ile o ismin verildiği varlık arasında doğrudan bir alâka vardır ve bir varlığın adını bil­mek, onu iyice tanımak ve onun üzerin­de etkili olmak demektir.

Hz. Âdem ve onun soyunun diğer birçok varlıktan daha üstün ve değerli sayılmasının [bk. el-isrâ: 17/70] temelin­de Allah’ın onlara verdiği bilgi gücü bu­lunduğu söylenebilir. Nitekim Kur’an’da meleklerin, insanoğlunu “Yeryüzünde fesat çıkaran ve kan döken” varlık ola­rak nitelendirmeleri üzerine Allah’ın Âdem’e bütün isimleri öğrettikten son­ra bunları meleklere sorduğu, onlar bi­lemeyince Âdem’e, “Ey Âdem, onlara eşyanın isimlerini bildir!” dediği ve Âdem’in isimleri onlara bildirdiği açık­lanmıştır. [bk. el-Bakara: 2/30-33] Tefsir­lerde genellikle, bu âyetlerdeki “İsim­lerin kavram bilgisi olduğu ve melekle­rin bilmedikleri şeyler hakkında Hz. Âdem’in bilgili kılındığı, böylece onun ilimde meleklerden daha üstün nitelik­te yaratıldığı yine bu âyetlerde belirtil­mektedir. Söz konusu âyetlerin birinde, “Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti” denilerek Âdem’in bilgisinin genişliğine işaret edilmiştir. Bilgi gibi bir meziyet ve imtiyaza sahip olmak meleklerin bile Âdem’e secde etmesini gerektirdiğine göre. insanoğlu aynı meziyet sayesinde tabiattaki birçok varlığa ve güçlere hâkim olup eşyaya şekil verme ve onları kendi yararına kullanma kabiliyetinde yaratılmıştır.

Meleklerin Âdem’e Secde Etmesi.
 
Tev­rat’ta ne Hz. Âdem’in yaratılışından ön­ce Rab Yahve’nin meleklerle görüşmesi. ne de yaratılıştan sonra meleklerin ona secde edişi zikredilmektedir. Ancak, ya­ratılışın ilk hikâyesindeki.

“Allah dedi: Suretimizde, benzeyişimize göre insan yapalım” ve “Rab Allah dedi: İşte Adam iyiyi ve kötüyü bilmek­te bizden biri gibi oldu…” ifadelerindeki çoğul sigası, Tevrat tef­sirlerinde meleklerin mevcudiyetiyle izah edilmiştir. Hıristiyan ilâhiyatçı Origene de aynı kanaattedir. Ancak bu çoğul sigasının teslîs’e bir işaret oldu­ğu iddiası da bazı hıristiyanlarca ileri sürülmüştür. Me­leklerin Âdem’e secde etmesi ise Tev­rat tefsirlerinde, meleklerin ona bir Tan­rı gibi secde etmek istemeleri ve fakat Tann’nın buna engel olması şeklinde nakledilmektedir. Kutsal kitaplar dışın­da kalan ve apokrif sayılan kaynaklar­dan Vita Adami’de melek Mîkâil (Michel) Âdem’e secde eder ve diğer melek­leri de secde etmeye davet eder. Süryânîce yazılmış “Hazineler Mağarası” (La Cauerne des Tresors) adlı eserde ise şeytan dışında bütün meleklerin Âdem’e secde ettikleri ifade edilmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’e göre, Allah Adem’i yarattığı ve ona ruh verdiği zaman me­leklere. “Âdem’e secde edin!” diye em­retmiş, bütün melekler bu emre uy­muşlar. [ el-Bakara: 2/34; el-A’râf: 7/11; el-Hicr: 15/29-31; el-İsrâ:. 17/61; el-Kehf: 18/50; Tâhâ: 20/116; Sâd: 38/72-74], ancak İblis kendisinin ateşten, Âdem’­in ise topraktan yaratıldığını, dolayısıy­la ondan üstün olduğunu ileri sürerek emre karşı gelmiş [bk. el-A’râf: 7/12; el-Hicr: 15/33; el-İsrâ: 17/61; Sâd: 38/76] ve bu yüzden lanetlenerek Allah’ın rah­metinden uzaklaştırılmıştır. [bk Sâd: 38/74-78] Bunun üzerine, Allah’tan kıya­mete kadar, düşmanı olan Âdem soyu­nu doğru yoldan ayırmak, kendi cema­atini çoğaltmak için mühlet istemiş. [bk. el-A’raf: 7/13-18; el-Hicr: 15/34-43; el-İsrâ: 17/61-65; Sâd: 38/75-83], Allah da ona bu fırsatı vermiştir. İslâm’da Allah’tan başkasına ibadet maksadıyla secde et­mek küfür olduğundan, meleklerin Hz. Âdem’e secdesi İslâm âlimlerince iba­det secdesi değil, saygı secdesi ve bir nevi biat olarak yorumlanmıştır. Bazı eserlerde Hz. Âdem’e secde etmek­ten kaçınan melekler olduğu ve bunla­rın yakıldığı ifade edilmekteyse de bu rivayet, İslâm’ın melekler hakkındaki genel telakkisi ile bağdaşmaz. [meselâ bk Taberî, Câmi’u’I-beyân, I, 180]

Adem’in Konulduğu Cennet.
 
Tevrat’a göre Allah, yerin toprağından ilk insanı yarattıktan sonra, şarka doğru Aden’­de (Eden) bir bahçe hazırlar ve yaptığı adamı oraya koyar. Bu bir dünyevî cennettir. Bu cennete verilen isim, İbrânîce’de edendir. Âsur ve Bâbil dilinde edinu, Sümer dilinde edin olan bu kelime “Ova, bozkır” mânasındadır (bk. adn, cennet). Rab Allah, içinden bir ırmağın çıkıp dört kola ayrıl­dığı bu bahçede, görünüşü güzel ve ye­nilmesi iyi olan her ağacı ve bahçenin ortasında hayat ağacını ve iyilik ve kö­tülüğü bilme ağacını bitirir. Allah, ko­runması için adamı Aden bahçesine ko­yar. Bahçenin her ağacından yiyebilece­ğini, ancak iyilik ve kötülüğü bilme ağa­cından yememesi gerektiğini, aksi tak­dirde öleceğini bildirir. Daha sonra da Âdem’in yalnızlığını gidermek için, ona uygun bir yardımcı olmak üzere, yerin hayvanlarını, göğün kuşlarını yaratır. Fakat bunların hiçbi­ri uygun olmayınca. Âdem’in kaburga kemiğinden kadın yaratılır (bk. havva). Âdem ile Havva’nın yerleştikleri bu bah­çe (cennet). Tevrat’a göre yeryüzündedir ve tartışmalı olmakla birlikte, ço­ğunlukla Dicle ile Fırat arasındaki böl­geyi ifade ettiği kabul edilmiştir.

Kur’ân-ı Kerimde Allah’ın Hz. Adem ve Havva’ya cennete yerleşmelerini em­rettiği belirtilmekte [bk. el-Bakara: 2/35] ancak bunun âhirette iyilerin kala­cakları “Ebedîlik yurdu” (dârüthuld) olan cennet olup olmadığı konusunda açık bir ifade bulunmamaktadır. Bu yüzden İslâm bilginlerinden bir kısmı, ilgili âyet­lerdeki cennet kelimesinin sözlük anla­mıyla “bahçe” demek olduğunu, bunun da yeryüzünde bir yer olması gerekti­ğini ileri sürmüşlerdir. Ebü’l-Kâsım el-Belhî. Ebû Müslim el-İsfahânî gibi bir­çok Mu’tezile âlimi ile bazı Ehl-i sünnet âlimleri bu görüşü savunurken ileri sür­dükleri başlıca deliller şunlardır:

a- Eğer Âdem ve Havva’nın konulduğu cennet âhirette iyilerin mükâfatlandırılacağı cennet olsaydı, Âdem ve Havva’ya ya­sak konmaması gerekirdi. Çünkü esas olarak cennette yasak yoktur,

b- Cen­nette isyan ve günah söz konusu ola­maz; halbuki Âdem ve Havva günah iş­lemişlerdir,

c- Eğer burası asıl cennet olsaydı, orada kâfir bulunmaması gere­kirdi. Oysa şeytan cennette iken kâfir olmuş ve bu yüzden oradan çıkarılmış­tır,

d- Kur’an’da bildirildiğine göre cen­net ebedîlik yurdudur; oraya giren bir daha çıkarılmaz [bk. el-Hicr: 15/48]; hal­buki Âdem ve Havva konuldukları cen­netten çıkarılmışlardır. Bu görüşte olanlar. buranın dünyadaki bir yer olması gerektiği konusunda daha başka delil­ler de ileri sürmüşlerdir. Hatta bunlar, “Bağlık bahçelik yer, yeşil topraklar” anlamına aldıkları bu cennetin Fars ül­kesi ile Kirman arasında, Aden arazisin­de veya Filistin’de olduğu yönünde id­dialar ortaya atmışlarsa da bu iddialar ciddi bir delile dayanmaktan uzaktır. İmam Mâtürîdî de bu cennetin genel anlamıyla bağlık bahçelik bir yer oldu­ğu şeklindeki açıklamalarıyla buranın yeryüzünde olduğu görüşüne katılıyor gibiyse de tam olarak yerini tesbit et­menin imkânsız olduğunu, selefin de bu kanaati taşıdığını belirtmektedir.

Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu, Hz. Peygamber’in mi’rac sırasında cenneti mü­şahede ettiğini bildiren hadisleri de göz önüne alarak, Âdem ve Havva’nın bu­lunduğu cennetin gökte olduğunu sa­vunmuşlar, ayrıca onların cennetten çı­karıldığını anlatan âyetlerde “İniniz!…” fihbitû kelimesinin kullanılmış olması­nı da buna delil göstermişlerdir. Karşı görüşte olanlar ise bu kelimenin Baka­ra süresindeki (2/61) örneğinde olduğu gibi, “Gitmek” anlamında kullanıldığını belirtmişlerdir. Bazı âlimler de bu ko­nudaki her iki iddianın mümkün oldu­ğunu, konu ile ilgili sahih ve güçlü bir delil bulunmadığından kesin bir sonuca varılamayacağını, dolayısıyla tartışma­ya girmemek gerektiğini söylemişlerdir.

Adem’in Hatası ve Cennetten Çıkarılma­sı.

Hz. Âdem ve eşi cennete yerleştiril­dikten sonra kendilerine, bir tek ağaç dı­şındaki bütün meyvelerden yiyebilecek­leri bildirilmiştir. Tevrat’a göre, Rab Al­lah’ın cennette bitirdiği ağaçlar içinde iki tanesi özel isim ve nitelikleriyle bildiril­mektedir ki bunlar “Hayat ağacı” ve mey­vesi Âdem ile eşine yasaklanan “İyilik ve kötülüğü bilme ağacıdır. Bu ağacın meyvesinden yemenin cezası ölümdür. “Hayat ağacı” kav­ramı dünyanın pek çok yerinde ve eski şarkta bilinmekteydi. Mayalar’da, Cermenler’de, Vedalar’da ve eski Mısır’da bu inanç mevcuttu. Âsur-Bâbil metinle­rinde ise daha çok “Ölümsüzlük bitkisi” olarak yer almaktaydı. Hayat ağacı ölüm­süzlük bahşetmektedir ve ilâhlara mah­sustur. Çeşitli varlıklarla korunduğun­dan ona ulaşmak zordur.

Hayat ağacı Kitâb-ı Mukaddeste bir­çok defa geçmekte ölüm­süzlük ağacının dışında, ilâhî hikmet ve beşerî faziletlere de delâlet etmektedir. Ahd-i Atîk araştırmalarında, Tekvin ki­tabının ikinci ve üçüncü bablarında söz konusu edilen hayat ağacının mahiyet ve rolünün tesbitinde büyük güçlükler­le karşılaşılmıştır. Tekvîn’de (2/9, 3/ 22) hayat ağacı, bilgi ağacı ile birlikte anılmaktaysa da anlatımda sadece bilgi ağacı söz konusu edilmektedir. Ayrıca Tekvin 3/3, bahçenin ortasına sadece bilgi ağacını, Tekvin: 2/9 İse bilgi ağa­cı ile birlikte hayat ağacını da koymak­tadır. Diğer yönden Adem’e yasakla­nan ağaç da hayat ağacı değil, bilgi ağa­cıdır. Eğer hayat ağacı yasaklanmışsa onun hakkında bilgi verilmesi gerekirdi. Halbuki kutsal kitap yazarı, hayat ağa­cını sadece zikretmekle yetinmektedir. Eğer yasaklanmamışsa, insanın kade­riyle bir ilgisi olmadığına göre zikredil­mesinin sebebi nedir? Araştırmalar bu­nu, Tekvîn’in ikinci ve üçüncü bablarındaki iki ayrı kaynağın mevcudiyetiyle izah etmektedir. Buna göre hayat ağa­cından bahseden Tekvîn’in bu kısmı (3/22-24) metne sonradan ilâve edilmiştir.

Tevrat’ta, “Şimdi elini uzatmasın ve hayat ağacından almasın ve yemesin ve ebediyen yaşamasın” de­nilmek suretiyle hayat ağacının ölüm­süzlük bahşetme vasfı belirtilmektedir. Yahudi geleneğinde hayat ağacı, kökleri semada, dallan yeryüzünde olarak tas­vir edilmiştir.

Bilgi ağacı (iyiliği ve kötülüğü bilme ağacı), Tevrat’a göre hayat ağacı ile be­raber veya tek başına cennetin ortasında bulun­maktadır ve Tanrı Âdem’e onun mey­vesini yasaklamıştır. Ölümsüzlük bah­şeden hayat ağacı olduğu halde, Tanrı niçin bilgi ağacını yasaklamış ve Âdem’e ondan yediği takdirde öleceğini bildir­miştir? Bazılarına göre bu iki ağaç aynı­dır. Süleyman’ın Meselleri’nde (3/18) ha­yat ağacı ilâhî hikmetle aynı sayılmıştır. Diğerlerine göre ise hayat ağacına ulaş­mak kolay değildir. O, ancak iyi ve kötü­nün bilgisini yani hikmeti elde etmekle bulunabilecektir. Hayat ağacı, Gılgamış’-ın okyanusun dibinde aradığı ölümsüz­lük otu gibi gizlidir. Ona ulaşabilmek için hikmete sahip olmak, hikmeti elde etmek için ise bilgi ağacından yemek
lâzımdır. Tekvîn’de (2/22) bilgi ağacı, hayat ağacının yerini bildiren bir unsur olarak belirtilmektedir. Yılanın Havva vasıtasıyla Âdem’i bilgi ağacının meyve­sini yemeye ikna etmesine gelince, yahudi ve hıristiyan geleneğinde yılan kö­tülük ruhunu (şeytan) temsil etmek­tedir. Şeytan ise insanın ebedîliğine kar­şı olduğundan, Âdem’in hayat ağacına yaklaşmasına engel olmuş, ölümsüzlük verir diyerek bilgi ağacından yedirmiş, böylece de ölümlü olmalarına sebep ol­muştur. Bir diğer izah tarzına göre ise yılan, ölümsüzlüğü kendi elde etmek istiyordu. Bunun için de diğer ağaçlar arasına gizlenmiş olan hayat ağacını bulması gerekiyordu. Bu sebeple, hayat ağacının yerini bildirme­si için Âdem’i bilgi ağacından yeme­ye ikna etmiştir. Mişna (Sanhedrin, 70J), iyiyi ve kötüyü bilme ağacının üzüm asması olduğunu bildirmekte, Henok (Enoch) kitabı 124/ 21 ise onu yedi dağın arasına yerleştir­mektedir. Yahudi geleneği bu yasak meyvenin incir veya buğday başağı ol­duğunu da nakletmektedir. Bu yasak ağacın gerçek bir ağaç olmayıp bir sembol ol­duğu da ileri sürülmüştür. İskenderiye Yahudiliği ve Philon. yasak ağacın cin­sî ilişkiyi ifade ettiği kanaatindedirler. Bazı kilise babalarınca da benimsenen bu yorum tasvip görmemiştir. Bilgi ağacının doğru­yu yanlıştan ayıran ahlâkî değer, kültür ve akıl anlamında dünyevî bilgi, cihan­şümul veya ilâhî bilgi olduğu da iteri sü­rülmüştür.

Kur’an’a göre, Âdem ve Havva cenne­te yerleştikten sonra orada Allah’ın ni­metlerinden diledikleri gibi faydalanıyor­lardı. Allah onları yasak ağaca yaklaş­mamaları hususunda uyardı:

“Ey Âdem! Eşin (Havva) ile birlikte cennete yerleş; orada çekinmeden istediğiniz her yerde cennet nimetlerinden yiyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın; sonra ikiniz de za­limlerden olursunuz” [el-Bakara: 2/35] Kurân-ı Kerîm’de bu ağacın mahiye­ti hakkında bilgi verilmemiştir. Sadece şeytanın Âdem ile Havva’ya çirkin yerle­rini göstermek için, “Rabbiniz başka bir sebepten dolayı değil, sırf melek olur­sunuz yahut ebedî kalıcılardan olursu­nuz diye şu ağacı size yasakladı” [el-A’râf: 7/20] ve “Ey Adem! Sana ebedîlik ağa­cını ve yok olmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi?” [Tâhâ: 20/120] diyerek onları yanılttığı belirtilmektedir. Bu ko­nuda sahih hadislerde de başka bilgi yoktur. Diğer İslâmî kaynaklarda yer alan ve bu ağacın hayrı ve şerri bilme ağacı veya üzüm asması, buğday, incir ağacı vb. bitki türlerinden biri olduğunu belirten rivayetler ise İslâm dışı kay­naklara dayanmaktadır.

Hz. Âdem’in yasak ağaca yaklaşması ve Allah’ın yasağını çiğnemesinin şekli ve neticeleri hakkındaki bilgiler Tevrat ve Kur’ân-ı Kerîm’de farklılıklar göster­mektedir. Tevrat’a göre kır hayvanları­nın en hilekârı olan yılan, Aden’deki bahçede (cennet) yaşamakta olan Hav­va’ya yaklaşmış, “Allah bilir ki ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açıla­cak, iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız” diyerek onu yasak ağacın meyvesinden yemeye ikna etmiş, daha sonra Havva yasak meyveden Âdem’e de yedirmiştir. Kitâb-ı Mukaddes’in, “İblis ve şeytan denilen büyük ejder, bütün dünyayı saptıran eski yılan yeryüzüne atıldı ve onun me­lekleri kendisiyle beraber atıldılar” [602] ifadesinden de anlaşılacağı gibi bu yılanın şeytan olduğu söylen­mektedir. Apokrif kaynaklarda şeytanın yılanın içine girdiği ve Havva’nın yalnız kalmasını gözleyerek ona yasak ağacın meyvesini yedirdiği nakledilmektedir. Başka bir rivayete göre ise semadan kovulan şeytan, o sırada kanatları olan ve konuşabilen yılana Âdem ile Havva’yı iğvâ etmesini öğretir. Kur’ân-ı Kerîm’de yılandan söz edilmemiştir. Bazı İslâm tarihi kitaplarında geçen bu yı­lan unsuru tamamen İslâm dışı kay­naklara dayanmaktadır. Kur’an’a göre onları yasak ağaca yaklaşmaya teşvik eden şeytandır. Âdem’e karşı açık bir kıskançlık içinde bulunan şeytan, önce Allah’ın emrine karşı gelerek Âdem’e secde etmemiş [bk. el-A’râf: 7/11-12], sonra da onu aldatarak günah işleme­sine sebep olmuştur. Şeytanın cennete girişi ve Âdem ile Havva’ya yaklaşması konularında Kur’an ve sahih hadislerde bilgi yoktur. Diğer İslâmî kaynaklardaki bilgiler ise genellikle apokrif yahudi kaynaklarından alınmıştır.

Tevrat’a göre yasağı çiğnemelerinin sonucu olarak ikisinin de gözleri açılır, çıplaklıklarının farkına varırlar ve incir yapraklarından kendilerine örtü yaparlar. Kur’ân-ı Kerîm’e göre de yasağı çiğnemenin hemen ar­dından utanılacak yerleri kendilerine gö­rünmüş ve cennet yapraklarını üst üste yamayıp üzerlerine örtmeye başlamışlardır. [bk. el-A’râf: 7/22; Tâhâ: 20/121] Tevrat’a göre kadın için asıl ceza gebelik sıkıntıları, çocuk doğurma sancıları ve erkeğin hâkimiyetinde olmak, erkek için asıl ceza ise geçim temini için toprak­la uğraşmak, toprağa dönünceye kadar alın teriyle yiyeceğini sağlamak ve sıkın­tılı bir hayat geçirmek, kısaca Aden bahçesinden atılmaktır.

Kur’an’a göre de Âdem ve eşi, işlenilen bu suç sebebiyle içinde bulundukları cennetten, belirli bir müddet yaşamaları için yeryüzüne in­dirilmişlerdir. İnsanlar arasındaki düş­manlıklar da yasağı çiğnemiş olmanın bir cezasıdır. [bk el-Bakara: 2/36-38; el-A’râf: 7/24; Tâhâ: 20/123]

Hıristiyanlar Âdem’in yasak ağaca yaklaşmakla büyük bir günah işlediği­ne, Allah’ın gazabına uğradığına, onun bu günahının kıyamete kadar her yeni doğan çocuğa geçtiğine, dolayısıyla on­ların da günahkâr olarak doğduklarına, ancak vaftiz edilmek suretiyle cehen­nemlik olmaktan kurtulduklarına ina­nırlar. Bu aslî günah inancı, hıristiyan kültür ve felsefesinin ana fikridir. Hıris­tiyanlık’ta insan kötülüğün içinde rehbersiz bırakılmıştır, günahı ile baş başa kalmıştır. İslâm’a göre ise Allah yol gös­terici, bağışlayıcı ve yardım edicidir. Za­ten Âdem de cennetten atıldıktan sonra rabbinden birtakım kelimeler almış ve tövbesi kabul edilmiştir. [bk. el-Bakara: 2/37]

İslâm’a göre suç ve ceza ferdîdir; kimse kimsenin günahından sorumlu değildir. [bk. el-En’âm: 6/164] Kur’ân-ı Kenm’de, hıristiyan itikadının aksine, Âdem’in hatasının ve cezasının ferdîliği. Allah’ın insanlara yönelttiği şu hitapla da belirtilmiştir;

“Yalnız size benden bir hidâyet geldiği zaman kimler benim hi­dâyetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir; in­kâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar ise ateş ehlidir, orada ebedî kalacaklardır” [el-Bakara: 2/38-39; Tâhâ: 20/123]

İslâm âlimleri Âdem’in yasak ağaçtan uzak durması yönündeki ilâhî emre uy­mamasının Allah’a bir isyan ve büyük günah sayılıp sayılmayacağı konusu­nu tartışmışlardır. Bu tartışma, daha çok Tâhâ sûresinin 115 ve 121. âyetleri­nin üslûbundan kaynaklanmaktadır. Bu sûrenin  121. âyetinde Âdem ve Havva’nın şeytana aldanarak yasak ağa­cın meyvesinden yedikleri belirtildikten sonra, “Böylece Âdem rabbine âsi olup yolunu şaşırdı” denilmektedir. Bu âyet­teki “qaşâ” fiili. Mu’tezile mezhebine göre, Hz. Âdem’in büyük günah işlediği anlamına gelmez; o, küçük günah, baş­ka bir tâbirle zelle işlemiştir. Bunun “Asi oldu” fiili ile ifade edilmesi, insan­lar için bir uyarı maksadı taşımakta, bir bakıma onlar, “Sakın, büyük günah şöy­le dursun, önemsiz hataları bile küçümsemeyiniz!” şeklinde uyarılmaktadır. Ehl-i sünnet âlimle­rinin çoğunluğu bunun bir günah oldu­ğunu, yani Âdem ile Havva’nın yasağı çiğnemek suretiyle emre karşı geldikle­rini ve bu yüzden âsi olduklarını kabul etmişlerdir. Ancak bazı âlimler Tâhâ sû­resinin 115. âyetinde geçen, “Andolsun ki biz daha önce Âdem’e emir vermiştik; ancak o unuttu ve biz onu azimli bul­madık” mealindeki ifadeyi göz önüne alarak. Âdem’in yasaklanmış ağaca gü­nah işleme azmi olmaksızın dalgınlıkla yaklaştığını belirtmişlerdir. Nitekim Hasan-ı Basrî, “Vallahi, o unuttuğu için âsi oldu” demiştir. Ayrı­ca İslâm âlimlerinin kanaatine göre bu olay Âdem cennette iken. yani peygam­ber olmadan Önce cereyan etmiştir. O zaman ne ümmet, ne de cemaat vardı. Âdem’in kasıtsız olarak işlediği bu ha­ta, tövbe etmesi üzerine Allah tarafın­dan bağışlanmış, yeryüzüne indikten bir müddet sonra da kendisine peygam­berlik verilmiş, böylelikle o ilk insan, ilk baba ve ilk peygamber olmuştur. Aslın­da Hz. Âdem ve eşinin şeytanın igvâsına kapılmaları, pişmanlık duymaları ve tövbe etmeleri, tövbelerinin kabul edilmesi, cennetten çıkarılmaları gibi hadi­seler, onların soyunun dünya hayatına ait macerasının bir hulâsası gibidir. Bu ilk günah ve daha sonraki gelişmelerin, yeryüzünde insanlar da haramlara yak­laştıktan sonra ataları Âdem gibi sa­mimiyetle tövbe ederlerse tövbelerinin kabul edilebileceğini, günah karşısın­da insan için bir tövbe ve af müessese­sinin daima işleyeceğini, insanın böyle­likle kemale ereceğini gösterdiği dü­şünülebilir.

Âdem’in Cennetten Çıkarıldıktan Son­raki Hayatı.
 
Hz. Âdem’in hayatının ya­sak meyveyi yedikten ve cennetten çı­karıldıktan sonraki dönemi hakkında Kur’ân-ı Kerim’de bilgi yoktur. Diğer İs­lâmî kaynaklardaki haberler ise genel­likle yahudi geleneğinden aktarılmış bilgilerdir. Tevrat’a göre Âdem, iyiliği ve kötülüğü bilme ağacından yedikten son­ra Rab Allah, hayat ağacından yiyip ebe­diyen yaşamasın diye onu Aden (Eden) bahçesinden çıkarıp kovar. Kur’ân-ı Kerîm’de ise şeyta­nın iğvâsı sonucu Allah’ın yasağını çiğ­neyen Âdem ile Havva’ya (ve şeytana). 

“Birbirinize düşman olarak inin; yeryüzünde kalıp bir süre yaşamanız lâ­zımdır” [el-Bakara: 2/36]

“Hepiniz ora­dan inin” [el-Bakara: 2/38] denildiği be­lirtilmektedir. Âdem ile Havva’nın cen­netten veya Aden bahçesinden çıkarıl­dıktan sonra nerede, ne kadar yaşadık­ları konusunda Ehl-i kitap literatüründeki bilgiler, Kitâb-ı Mukaddes dışı kay­naklara dayanır. Apokrif sayılan kitap­lara göre Âdem ile Havva Aden bahçe­sinden atıldıktan sonra aç kalmışlar, cennette yediklerine benzer yiyecek bu­lamayınca tövbe etmeye karar vermiş­lerdir. Havva boynuna kadar Dicle su­larına girerek otuz yedi gün. Âdem ise Erden ırmağında kırk gün kalmış, böy­lelikle Tanrı’nın lutfuna nail olmak iste­mişlerdir. On sekizinci günün sonun­da şeytan bir melek şeklinde Havva’­ya görünmüş, Âdem ile Havva’nın suç­lamaları karşısında kendi düşüşünün de Âdem yüzünden olduğunu, çünkü ona secde etmek istemediğini, dolayı­sıyla da Âdem’e karşı öfke dolu olduğu­nu bildirmiştir. B Frey. DBS, I, 102-1031. Bir başka apokrifte (Le Combat d’Adam et d’Eue) ise Âdem İle Havva cennetten atıldık­tan sonra pek çok güçlükle karşılaşır­lar. Tanrı onların ikametleri için kaya içinde bir mağara tahsis eder. Çeşitli sıkıntı ve güçlükler karşısında Tanrı her defasında yardımlarına gelir ve onlara. 5500 sene sonra, bütün iyilerin tekrar cennete döneceklerini müjdeler; tesel­li için de cennetten bazı hâtıralar verir. Talimatı üzerine melek Mikâil altın çu­buklar, Cebrail buhur, İsrafil ise mür getirir. Bu üç nesne, hayat ağacının ya­nındaki kaynakta ıslatıldıktan sonra Âdem’e verilir. Âdem de bunları mağa­raya koyar. Bu sebeple bu mağaraya “Hazineler Mağarası” denilmiştir. La Caverne des Tresors’öa ise. Âdem ile Havva’nın, daha evlenmeden cennetten çıktıkları, cennetin yakınındaki bir da­ğın tepesinde buldukları bir mağarada saklandıkları bildirilmektedir. Bir kısım müslüman tarihçilerin naklettikleri, ancak Kur’an ve sahih hadislerde yer almayan bazı rivayetlere göre  cennetten yeryüzüne inme emri üzerine, Âdem Hindistan’a, rivayetlerin ekserisine göre ise Seylan (Serendib) adasına, Havva da Cidde’ye inmiştir. Daha sonra onlar Müzdelife ve Arafat’ta buluşmuşlardır.

Hz. Âdem’in dili İslâmî telakkiye gö­re Arapça, yahudi ve hıristiyanlara göre ise Ârâmîce idi. Cennette Arapça, yer­yüzüne inince de Süryânice konuştuğu, on iki yazı çeşidi ile 700 dil bildiği de öne sürülmüştür.

İsrâiliyat’tan kaynaklanan bazı bilgi­lere göre Âdem ile Havva, cennetten çıktıktan 223 gün sonra evlenmişlerdir. Havvâ, Âdem’e her batında bir kız ve bir erkek olmak üzere, yirmi batında kırk çocuk doğurmuştur.

İlk ikizler Kabil ile kız kardeşi Aklima. son ikizler ise Abdülmugis ve Emetülmugls’tir. Sadece Şît tek doğmuştur. Kabil ve Aklima’dan sonra ise Hâbil ile Lebuda doğmuştur. Âdem’in ilk çocuk­larının isimleri, apokrif kabul edilen ki­taplarda farklı şekillerde verilmektedir. “Hazineler Magarasfna göre Kabil (Caih) ile Lebuda, Hâbil (Adel) ile Kelimath; “Âdem’in Ve­fatı” (La mort d’Adam) adlı esere göre Kabil ile Kainan, Hâbil ile Ema; “Âdem ve Havva’nın Mücadelesi’ne göre ise Kabil ile Luva, Hâbil ile de Aklejane dünyaya gel­miştir.

Tevrat’a göre Âdem 930 yıl yaşamış­tır. Hz. Âdem. ölme­den önce oğlu Şît1 e son vasiyetini ya­par ve bir cuma günü vefat eder. Rivayete göre Cenâb-ı Hak. Âdem’e ileride türeyecek bütün soyunu göstermiş, Âdem Hz. Davud’un ömrü­nün altmış yıl olduğunu görünce kendi 1000 yıllık ömrünün kırk yılını ona ver­miştir. Ancak eceli geldiğinde bu vaadin­den dönmek isteyince Allah onun öm­rünü 1000’e Davud’un ömrünü de 100’e tamamlamıştır

Kitâb-ı Mukaddes. Hz. Âdem’in kabri­nin nerede olduğunu bildirmemektedir. Fakat ilk dönem yahudi ve hıristiyan yazarları, özellikle de apokrif kitaplar çeşitli görüşler nakletmektedir. Eski yazarlara göre Hz. Âdem. atıldığı yer­yüzü cennetinin civarında bir yere gö­mülmüştür. Bazı yazarlar -Saint Jeröme da dahil- Hebron’a, III. asırdan itibaren ise pek çoğu. İsa Mesih’in çarmıha gerildiği iddia edilen Calvaire’e gömüldü­ğünü savunmuşlardır. Hz. Âdem’in kabrinin nerede ol­duğu konusunda İslâmî kaynaklarda çe­şitli rivayetler vardır. İbn Jshak’a göre Âdem’in kabri cennetin doğusunda bir yerde, diğer rivayetlere göre ise Mekke’­de Ebûkubeys mağarasında veya Hin­distan’daki Nevz dağındadır. Başka bir rivayete göre de tufanda Hz. Nuh, Âdem’in tabutunu gemiye al­mış, tufandan sonra da Beytülmakdis’e defnetmiştir (bk a.y.)

Bibliyografya
 
1- Müsned. II, 232, 244. 251. 311. 3)5. 323; IV, 400, 406; V, 178-179, 265.
2- Dârimî, “Şalât”, 206.
3- Burıârî. “Enbiyâ”, 1, “isti’zan”, 1.
4- İbn Mace, “İkâmetü’s-salât”, 79, “Cenâ’iz”, 65.
5- Ebû Dâvûd. “Şdlât”, 207. “Sünnet”, 16.
6- Tirmizî, “Cum’a”, I. “Tefsir”, 2/1.
7- Ya’kübi, Tarih (nşr M Th Moutsma), Lelden 1883-Beyrut. ts. (Dâru Sâdırı), 3. 5.
8- Taberî, Cami’ u’l-beyan, Beyrut 1406/1986.
9- Taberî, Tarih (nşr   Muhammed  F.bui-Fazl). Kahire   1960-70-Beyrut, ts. (Dâru Suveydâni). 121.
10- Mâtürîdî. Tc’uîlâ’t (nşr  İbrahim Avdzeyn-Seyyid Avdzeyn). Kahire 1391/1971.
11- Mes’ûdî. Mürûcü’z-zeheb (nşr ,M   Muhyıddın Abdulah.”jmıd) Kahire “1367/1948-Beyrut 1384-85/1964-65.
12- Sa’lebî,  “Ara’isü’i-meclis,   Ka­hire 1301.
13- Zemahşerî. Keşşaf. Kahire 1387/1968-Beyrut, ts. (Düru’1-Ma’ritci.   I. 271-272.
14- Fahreddin er-Razî, Mefaühu’l-ğayb. Kahire  1934-62-Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’Hurâüil-Arabî). II. 165-166.
15- İbnü’l-Arabî. el-Fütûhâtü’i-Mekkiyye. Bulak 1293.
16- Lisânü’t-‘Arab. “edm” md.
17- İbn Kayyım. Hâdi’l-elvâh, Kahire 1971.
18- İbn Kesîr, Tefsir. Kahire  1390/ 1971.
19- İbn Haldun, el-İber. Bulak 1284-Beyrut 1399/1979.
20- Ebus-Suûd.  Tef­sir, Beyrut, ts. İDâru Ihyâı’t turâsi’l-ArabîI. I. 90.
21- Tâcû’i-Carûs. “edm” md.
22- Âlûsî. Rûhul-me’ânî. Bulak  1301-Beyrut, ts. (Dâru Ihyâi’l-turâsi’l-Arabî). I.  123, 220, 233.
23- M. Resîd Rızâ. Tefsîrü’imenâr. Beyrut  1353-54-Beyrut, ts. (Dârul-Marilc), I, 257-260.
24- Elmalılı. Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1935-38.
25- Mircea Eliade. Traite d’Histoire des Religions, Pa­ris   1949.  
26- L.   Ligier,   Peche d’Adam et  Peche du  Monde,  Paris   1960.
27- Abdülvehhâb en-Neccâr. Kaşaşü’l-enbiyâ. Kahire 1963. 
28- Ahmed  Atıyyetuliah,   d-Kâmûsul-İslâmi, Kahire 1963.
29- T. H. Gaster, Myth, Lege.nd and Custom in the otd Tes-tament,  New York   1969.
30- Abdullah Aydemir,  Tefsirde İsrâiliyyât, Ankara   1979.
31- Abdullah Aydemir,  “Âdem”, İBA, I, 66-70.
32- NDB. 
33- Ancien   Testament (Traduction  Occumenıque de la   Bıblc),  Paris   1980. 
34-  el-Mu’cemü’ş-şûfî.   “edm” md. 
35- F. MC-K-G, “Adam”, JE.’İ 173-179.
36- Ferid Vecdî, DM, I, 123-130.
37- A. Hamdı Akseki. “Âdem”, İTA,  I,  74-89.
38- B.   S.  Childs,  “Adam”,   İDB.  I, 42-44.
39- B.   S.  Childs,  “’Tree of Knowledge, Tree of life”, a.e., IV, 695-697.
40- J. Pedersen, “Âdâm”, El2 (Fr ). I. 181-183.
41- M. H. Bennett. “Âdâm”, ERE, I, 84-87.
42- J. B. Frey. “Adam (Livres Apoc-ryphes sous son nom)”,  DBS, I.  101-134.
43- L Pirot, “Âdâm et La Bible”, a.e.. I, 86-100.
44- E. Cothenet. “Paradıs”, a.e.. VII, 1178.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski