Bütün İslâm ülkelerinde olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da Hicri takvim kullanılıyordu. Başlangıç olarak Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göçünü, süre olarak da Ay’ın yörüngesi üzerindeki dönüşünü temel alan Hicrî takvim, güneş saatiriden 11 gün daha kısaydı (354 gün 8 saat). Sultan Mahmud I devrinde takvim alanında bir yeniliık yapılarak Hicri takvimin yanı sıra Rumi (mali) takvim denilen yeni bir sistemin uygulanmasına geçildi (1740). Bu takvimde de başlangıç yine hicretti (M.S. 622), fakat süre olarak Ay yerine Güneş’in hareketleri temel alınmış, yılbaşının da mart ayından başlaması kararlaştırılmıştı. Böylece o tarihten sonra imparatorluk sınırları içinde iki takvim birden kulanılmağa başladı. Ülkenin müslüman ülkelerle olan yazışmalarında, dini bayram günlerinin saptanmasında Hicrî taıkvime, malî işlerde ise Rumi takvime başvuıuluyordu.
Sultan Abdülaziz zamanında Rumi takvimde bir düzeltme yapıldı (1870). Saltanatının onuncu yılına doğru Sultan Abdülaziz’e bir teklif yapan tarihçi Cevdet Paşa kullanılan takvimin bazı önemli değişikliklere ihtiyaç gösterdiğini belirtmiş ve yapılacak çalışmaları bir rapor halinde kendisine sunmuştu. Teklifi yerinde gören padişah bir takvim komisyonu kurulmasını istedi. Bu komisyon da hazırladığı takvimde, Osmanlı Devleti’nin hâzinesine zararlar veren Sıvış yılı’mn (her 33 kamerî yılda ve 4 ayda bir kaybo lan 1 yıl) yürürlükten kaldırılmasını öngördü. Kabul edilen yeni takvimde gün sayısı 365, yılbaşı da eskiden olduğu gibi 1 marttı. Her 4 yılın ilk üçüne basite, 4 ile bölünelbilen sonuncusuna kebise adı verilecek, 4 yılda bir şubat ayına bir gün eklenecekti. Artık saatleri değerlendiren ve jülyen takvimi ile Hicrî takvimin bir karışımı olan bu sistem de Hicrî takvimin yanı sıra uygulamaya konuldu.
1881 yılında takvim meselesi yeniden ortaya atıldı ve Cevdet Paşa başkanlığındaki komisyonun düzenlediği takvimi yetersiz bulan Ebüzziya Tevfik, Ahmet Muhtar Paşa, Ahmet Şakir Paşa çeşitli gö-j rüşler ileri sürdüler. Bu görüşlerdeki aynilik, takvimin başlangıç tarihi ile gün sayısı ve ay adlarından doğuyordu. Sonunda bir türlü anlaşamayan bu üç devlet adamı kendi adlarına birer takvim bastırarak yayımladılar. Ancak, bu takvimler halk arasında ilgi görmediği için hiç kullanılmadı.
Sultan Reşat zamanında takvimde bir değişiklik daha yapıldı. Çıkarılan bir kanunla, 1332 yılının şubat ayının 16. günü 1333 yılının mart ayının ilk günü olarak kabul ediliyor, böylece Milâdî takvimle aradaki gün farkı kapatılmış oluyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra 26 aralık 1925 tarihinde çıkarılan ve 1 ocak 1926’da yürürlüğe giren 698 sayılı Takvimde Tarih Mebdeinin Tebdili Hakkında Kanun ile Milâdi takvim kabul edildi ve böylece takvim kargaşalığına son verildi. Bu takvimle bütün ulusların kullandığı düzene girilmiş ve yılbaşı 1 ocak olarak kabul edilmişti. Günümüzde Hicri takvim yalnız dini bayram günlerinin tayininde kullanılır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda saat birimi olarak da ezani saat kullanılmıştı. Bu sistemde saat, Güneş’in batış anında 12’-yi gösterecek şekilde düzenlenmişti. Güneş saatiyle arasında hem başlangıç noktası bakımından (biri Güneş’in batış zamanını, öbürü gece yarısını temel alır), hem de değişken ve hareketli oluşu bakımından fark olan bu sistem Cumhuriyet’in ilânından sonra bırakıldı ve 26 aralık 1925 tarihinde çıkarılan Günün 24 Saate Taksimi Hakkında 697 sayılı kanun ile uluslararası saat kabul edildi.