DUGUIT, Leon (1859-1928) Fransız, hukukçu. Pozitivist hukuk anlayışıyla çağının hukuk kuramını etkilemiştir.
4 Şubat 1859’da Gironde Libourne’da doğdu. 18 Aralık 1928’de Bordeaux’da öldü. Hukuk öğrenimini Bordeaux Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladıktan sonra, 188l’de hukuk doktoru oldu. Aynı yıl Cacn Hukuk Fakültesi’ne profesör atandı. 1886’da, Bordeaux Hukuk Fakültesi’nde göreve başladı, 1919’da bu fakültenin dekanı oldu.Duguit etkili bir hukuk öğreticisi, bir anayasa hukukçusu ve idare hukuku uzmanı olmasının yanı sıra, hukuk düşünürü olarak da büyük ün yaptı. Bu ünü en çok, geleneksel hukuk kuramlarını kıyasıya eleştirmiş ve sarsmış olmasından doğmuştur.
Duguit’nin hukuk kuramlarının kaynağı, dersleri olmuştur. İlk önemli yapıtı, 1901’de yayımladığı L’etat, le droit objectif et la loi positive (“Devlet, Objektif Hukuk ve Pozitif Yasa”) başlığım taşır. Bundan sonra çıkardığı ve 20.yy düşüncesini derinden etkileyen başyapıtı ise, yayımı 1921’den 1925’e kadar süren beş ciltlik Traite de droit constitutionnel’ dir (“Anayasa Hukuku”). Önce yazdığı kitaplar bu başyapıta hazırlık, daha sonra yazdıkları ise onun derinleştirilmesi niteliğindeki çalışmalardır.
Duguit, bir ara politikaya da girmiş, 1908’de Bordeaux Belediye Meclisi üyeliğine seçilmiştir. Daha sonra Gironde’dan genel seçimlere katılmışsa da, ikinci turda adaylıktan çekilmiştir.
Genel olarak hukuk, özel olarak da anayasa hukuku ve devlet konularındaki görüşleriyle hukuk doktrinine gerçek bir katkı getiren yazarın, dikkati çeken ve bütün düşüncesini belirleyen yanı, kendine özgü bir yöntemle hukuk sorunlarını incelemiş olmasıdır. Duguit’nin özgünlüğü her şeyden önce yönte-mindedir.
Yöntemi
Duguit, sosyolojik yöntemi hukuk dünyasına olanca genişliğiyle taşıyan ilk hukukçudur. Sosyologlardan ve özellikle Durkheim’dan esinlenerek seçtiği bu yöntem şu temel ilke üzerine kuruludur: “Yalnız, doğrudan gözlemler yoluyla görülebilenleri gerçek olarak kabul etmek; bunun gerisinde, bütün a priori kavramları hukuk dünyasının dışına sürmek”. Bu yaklaşımı, hukuksal araştırma ve çözümlemelerinde, en başta sosyoloji ve iktisat gibi dalların verilerine ve yöntemlerine dayanılması sonucunu doğurmuştur.
Benimsediği pozitivist yaklaşım, onu, bir bütün olarak hukukun “olduğu gibi” kavranmasına,“gerçekçi” bir gözle değerlendirilmesine ve “objektifieştiril-mesi”ne götürmüştür. Bu yüzden Duguit’nin hukuk düşüncesi, “gerçekçi” ya da “objektivist” kuram başlıkları altında sunulagelmiştir. Bu yöntemin bir özelliği de, neyin ne olduğunun söylenmesinden çok, neyin ne olmadığının saptanmasına dayanmasıdır.
Gerçekten de Duguit’nin hukuk doktrini ve yöntemi, büyük çapta, 19. yy sosyologlarının etkisi altında oluşup biçimlenmiştir. Bunun özü, hukukun tamamen pozitivist bir yaklaşımla açıklanmasıdır. Yaşamı boyunca hukuk gerçeğini saptıran “metafizik” tez ve kuramlara karşı mücadele eden Duguit’nin hukuk kuramı, psiko-sosyolojik niteliklidir. Bu görüşe göre hukukun temeli ve tek kaynağı toplumdur. Böylece Duguit, hukuk biliminin ve kuramının geçmişinde yer alan sübjektif hak, manevi (hukuki) kişilik, egemenlik, vb. gibi kavramları “metafizik” sayarak hukuk biliminin dışında görmüştür. Amacı, bunların yerine, “hukuk kuralı” ya da “objektif hak kuralları” gibi nesnel kavramları yerleştirmektir.
Toplum Kuramı
Duguit’nin hukuk, devlet ve toplum arasındaki ilişkileri kavrayış biçimi, belli bir toplumsal kurama dayanır. Durkheim’dan aldığı “toplumsal dayanışma” düşüncesini bütün hukuk kuramının ekseni yapmıştır. Buna göre, toplumsal dayanışma bilimsel, pozitif, tartışma götürmez bir gerçeklik olup, her türlü ideolojik ve metafizik yaklaşımların da dışında kalan bir olgudur. Toplumsal dayanışma, birbirini tamamlayan iki ayrı kesitten oluşur: benzeşme yoluyla dayanışma ile işbölümü yoluyla dayanışma. Bunlardan birincisi, birlikte yaşama isteği ya da insanlık dayanışması bilinci gibi, insanların başkalarında da buldukları ortak duygu ve değerleri bilinçli bir şekilde benimsemeleridir. İkincisi ise, insanların kendilerine özgü tutum, eylem ve davranışlarının, sonuçta, toplumsal gelişmeye de hizmet ettiği bilincidir.
Toplumsal dayanışma ile işbölümü arasında kurduğu köprü, Duguit’yi “sendikalizm” görüşünü benimsemeye götürmüştür, işbölümü, insanların sorunlarını hafifletir, bireysel mutluluklarını sağlar. Bir toplumda işbölümü ne kadar ileri derecelere varırsa, o toplum da o derece uygarlaşır. Ve çeşitli sosyal sınıfların, insan topluluklarının kendine özgü bir yapısı vardır. Ancak bunlar, işbölümünün ortaklık da gerektiren yönleri bulunduğundan, birbirleriyle kaynaştırılma! ıdır. Bu bağlamda toplumsal dayanışma ilkesi, bireyin korunması için çeşitli toplumsal kesimlerin ve sınıfların birbirleriyle işbirliği yapmasını zorunlu kılar. Toplumsal dayanışma bu açıdan, korporatif sendikalizmin de kuramsal temelini oluşturur. Dayanışma kuralı ve ilkesi, bireyi, toplum düzenini sarsacak eylemlere girişmekten alıkoyar,ona toplumsal düzeni sağlama ve sürdürme görevini yükler. Bu, bütün sosyal normları, iktisadi ve ahlaki normlar kadar hukuk normlarını da egemenliği altında tutan ve belirleyen bir ana ilkedir.
Duguit hukuk alanında eleştirel ve köktenci bir yaklaşımı benimsemesine karşı dayanışmacı bir toplum kuramım savunmuştur.
Hukuk Kuramı
Duguit’ye göre hukukun asıl ve gerçek kaynağı toplumdur. Onu, yasalar yaratmaz; tam tersine, yasalar toplumsal gerçeklikler dünyasında zaten varolan hukuku saptar ve teknik anlamda gerçekleştirir.
Her ülkenin hukuk düzeni iki kademeden oluşur. îlki, toplumdan doğan objektif hak kuralları ya da objektif hukuk, yasa koyucunun istek ve iradesinden bağımsız olarak, toplumsal gruplardan, insanların toplum halinde yaşamalarından, kısaca toplumsal dayanışmadan doğar, toplumsal dayanışmayı da koruyup besler, yaşamasını ve gelişmesini sağlarlar, ikinci kademe, biçimsel ya da pozitivist hukuktur. Bununla objektif hukuk açıklanır, objektif hak kuralları saptanıp yaptırıma bağlanır. Fakat objektif hukuk/pozitif hukuk ayırımına karşın, hukuk aslında tektir ve bölünmez bir bütündür. O da, toplumsal dayanışma temeli üzerine oturur.
Duguit’nin toplumsal dayanışmacı hukuk tezinin bir başka sonucu da, kişilerin sübjektif haklarının olduğu görüşüne karşı çıkmasıdır. Çünkü kişiler belli bir ortak amaç için çalışırlar; bu yüzden de işbirliği içindedirler. Bu bağlamda, insanın sahip olabileceği kişisel hukuk statüsü sübjektif ve kişisel haklara değil, toplumsal dayanışmanın gerektirdiği görev ve yükümlülüklere dayanır. Haklar sübjektif bir nitelik taşımaz. “Sübjektif hak” denen şey, kişiye bağlı ve ondan ayrılmaz bir nitelik olmayıp, objektif hukukun kişilere tanıdığı yetkilerden oluşur. Kişiler, sübjektif
haklara değil, sübjektif hukuki durumlara sahiptirler. Sübjektif hukuki durum ise, objektif hukuk tarafından kurulan belli bir statüde yer almak demektir.
Bu nedenle, devletin egemenliği ve kişiliği, kamu gücü, milli irade, milli bilinç, milli egemenlik vb. gibi kavramları hukuk kuramı tartışmalarının dışında tutmak gerekir. Bu yapıldığında da, devlet denen nesneden geriye, “bir siyasal otoritenin bulunduğu, farklılaşmış bir insan topluluğu”ndan başka bir şey kalmadığı görülür.
Devletin kaynağı
Ona göre, devlet kuvvete dayanan bir toplumsal gerçektir. Algılanabilen dış dünyada “devlet” diye bir gerçeklik yoktur ve “devlet” yapay bir kavramdır. Dış dünyada varolan ve algılanabilen sadece gerçek insanlardır. Bunların oluşturduğu toplumda da, kişiler arasında ayrılık ve farklar vardır. Toplumsal grupların hepsinde, maddi ya da manevi bakımdan güçlü dürümdakilerin, zayıf olanlara söz geçirdikleri, bunları kendi iradelerine bağlı kıldıkları görülmektedir. En ilkelinden en gelişmiş toplumlara kadar görülebilen bu olgu, bir siyasal farklılaşmaya yol açmaktadır, işte devlet de buradan kaynaklanmıştır ve varlığım güçlülerle zayıflar arasındaki çatışmada güçlülerin baskın çıkmasında bulur.
Devletin kişiliği ve egemenliği
Bilim alanında, daima, varsayım ve hayallerden değil gerçeklerden yola çıkılmasını öneren Duguit’ye göre “devletin kişiliği” tezinin bilimsel bir yanı yoktur. Devleti oluşturan kişiler, kendileri dışında ayrı bir canlı varlık doğurmuş değillerdir. O, devletin kişiliği olduğu görüşünü yayanlara, onların diğer dayanağı olan “sübjektif hak” kavramı noktasından da karşı çıkmıştır. Çünkü sübjektif hak kavramı da bir varsayımdan başka bir şey değildir. Bu da, kamtlanamamış, yapay ve metafizik bir iddiadır.
Duguit’ye göre kişilik, ancak bir iradenin bulunduğu yerde varolabilir. Ovsa devletin kendine özgü bir iradesi olmadığı gibi, devlet, hak sahibi bir kişi gibi de görülemez. “Devletin iradesi” denen nesne aslında, iktidarı ellerinde bulunduranların, yani yönetenlerin kendi iradelerinden başka bir şey değildir. “Kolektif irade” dedikleri de, bu durumda, gerçeklerle uzlaşmayan bir ham hayaldir. Devlet, yönetenlerle yönetilenler arasında oluşan siyasal farklılaşmadan başka bir şey değildir. Devlet içindeki gücü ellerinde bulunduranlar da gerçek kişilerdir. Dolayısıyla “devlet” kelimesinin anlamı bir manevi ya da hukuki kişilik değil, sadece yöneten-yönetilen farklılaşmasından doğan basit bir olgudur.
Egemenlik
Duguit’ye göre, egemenlik de olmayan bir şeydir, bir efsanedir. Kişiliği olmayan devletin, bir hak ya da bir nitelik olarak egemenliği de olamaz. Devlet, kendisini oluşturan kişilerin yönetimi ellerinde bulunduranlar yararına doğmuş bir siyasal farklılaşmadan ibaret olduğuna göre, egemenlik de bunların kişiliklerine bağlı bir hak olamaz. O, en büyük zorlama gücüne sahip bireylerden, yönetenlerden ibaret bir olgudur ve bunlar da “kamu hizmetleri”ni görmekle y ükümlüdürler. Böylece, egemenlik kavramının yerine, Duguit, çok daha somut ve pratik bir kavram olan “kamu hizmeti”ni koymuştur.
Devletin gücü
Duguit’ye göre, millet egemenliği, devletin egemenliği gibi kavramların hiçbir temeli yoktur. Gerçi toplum içinde gerçekten üstün, yönetici durumunda olan maddi bir güç vardır. Ancak bu bir olgudur ve bir “hak” olarak ele alınamaz. Bu maddi güç, kaynağım yönetenlerle yönetilenler arasındaki farklılaşmada bulur. Ancak, bu üstün güce sahip olanlar ayrıcalıklı bir hukuki konuma değil, sadece fiili bir iktidara sahip bulunurlar. Yönetici durumdaki kişiler kendi üstünlüklerini meşrulaştırmak için “milletin iradesi” ya da “devletin iradesi” gibi yapay ve içi boş kavramlara başvururlar. Bunların, devlet adına yaptıklarını ileri sürdükleri uygulamalar, aslında kendi kişisel tercih ve iradelerinin ortaya dökülmesinden başka bir şey değildir. Bu fiili durumun dışında, yönetenlerin bir “egemenlik hakkı” ya da emretme konusunda bir “sübjektif hakları” yoktur. Devlette bir hukuki güç değil, sadece fiili bir iktidar vardır. Bunun dışında, irade ve kararların hepsi bireyseldir ve eşdeğerdedir. Bu nedenle, hiç kimse, diğerlerine emredemez, şu ya da bu yetkiye dayandığını ileri sürerek onlar üzerinde egemenlik kurma hakkına sahip olduğunu ileri süremez.
Duguit’nin devlet ve iktidar anlayışı büyük eleştiri ve tepkilere yol açmıştır. Özellikle Esmein ve Michoud gibi hukukçular kendisini bir “kürsü anarşisti” ya da “ütopik anarşist” olarak nitelemişlerdir.
Duguit, devlet gücünün sınırlanması sorununu, devlete özgü bir gücün var olmadığı noktasından yola çıkarak çözümlemek ister. Yönetenlerin iradelerini yönetilenlere kabul ettirmelerinden ibaret olan bu güç yine de meşru ve hukuki bir nitelik kazanabilir. Bunu sağlayacak olan, yönetenlerin objektif hukuk kurallarına uygun davranmaları olacaktır.Yönetenler, eylem ve işlemlerinde, toplumsal dayanışmanın gerektirdiği ihtiyaçları karşılamayı, onu sürekli geliştirmeyi amaçlamalıdırlar. Böylece, bir azınlığı ya da kişiyi kayıracak davranışlara girmeyecek, kişisel yetenek ve çalışmaların serbestçe gelişimini engellemeyeceklerdir.
Duguit, objektif hukuk kurallarına uygunluğun nasıl sağlanabileceği konusuna yeterli açıklık getirmemekle birlikte, birtakım sonuçları vurgulamaktadır. Şöyle ki, yönetenlerin iradesi toplumsal dayanışmadan doğan objektif hukuk kurallarına uygun düşmezse, bu durumda, yönetilenler için de hiçbir hukuki yükümlülük doğmaz. Yönetenler meşru olmayan bir güç durumuna düşmüşlerse, toplumsal bir tepkiyle karşılaşmaya, hatta bir ayaklanmayla altedil-meye de hazır olmalıdırlar. Böylece Duguit’ye göre, hukuku savunmak için baskıcı bir hükümet deviril-mişse bu hareket meşrudur. Bu, yazarın, direnme hakkının meşruluğunu kabul etmesi demektir. Ancak, bunu kuramsal olarak kabul eden Duguit, direnme yollarına başvurulmasının son derece sakıncalı olduğunu da belirtmektedir. Bu gibi sonuçların doğmasını önlemenin en iyi yolu, yönetenlerin güçlerini kötüye kullanmalarının önlenmesidir. Bunu da, yaratılacak birtakım kurum ve mekanizmalar sağlayacaktır.
Bu noktada Duguit’nin temel tezi, siyasal iktidarın zayıflatılması ve hatta son bulması tezidir. Siyasal iktidarın yerini, yerinden yönetim (ademi merkeziyet) ilkesine dayalı “ekonomik iktidar” almalıdır.
Duguit’nin, devlet gücünün sınırlanmasıyla ilgili görüşleri, özellikle, uluslararası hukuk alanında G.Schelle, idare hukuku alanında da G.Jeze gibi yazarların düşüncesini derinden etkilemiştir.
• YAPITLAR (başlıca): Des fonctions de l’Etat moderne, 1894, (“Çağdaş Devletin Fonksiyonları”); L’Etat, le droit objectif et la loi positive, 1901, (“Devlet, Objektif Hukuk ve Pozitif Yasa”); Transformations generales du droit prive, 1912, (“Özel Hukukun Genel Dönüşümleri”); Transformations generales du droit public, 1913, (“Toplum Hukukunun Genel Dönüşümleri”); Les constitutions et les principales loispolitiques de la France depuis 1789, (3. Baskı), 1915, (“1789 Sonrası Fransız Anayasaları ye Başlıca Politik Siyasi Yasalar”); Rousseau, Kant et Hegel, 1918; Lepragmatisme juridique, 1924, (“Hukuki Pragmatizm”); Traite de droit constitutionnel, 1921-1925, (“Anayasa Hukuku”); Leçons de droit public general, 1926, (“Genel Toplum Hukuku Dersleri”); Les doctrines juridi-ques objectivistes, 1927, (“Objektivist Hukuk Doktrinleri”).
• KAYNAKLAR: R.Bonnard, “Leon Duguit”, Revue du droit public et de la Science politique, cilt 46 (1929); A.Jardon, Las teorias politicas de Duguit, 1919.
Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi